Avrupa ve Türkiye, Ukrayna meselesine nasıl baktılar ve şimdi hangi noktadalar? Acaba Avrupa yeni güvenlik ihtiyaçlarını göz önüne alarak üyelik perspektifinden Türkiye’yi tekrar gündemine alacak mı?
Henüz Ukrayna ve Rusya arasındaki, daha büyük pencereden bakıldığında ABD ve Rusya arasındaki mesele, “kriz” veya “gerilim” tanımlarıyla açıklanırken, “Almanya Türkiye’nin barışçı çabalarını anlar herhalde,” diye bir görüşüm olmuştu. Bu görüşümü destekler nitelikte, ifade ettiklerimin içinde, krizin başlarındayken Avrupa’nın “yanlış karar verdiği” savı vardı. İlk planda Avrupa kendi kendini ikna edememiş ve tehdidi değerlendirememiş gibiydi. “Avrupa’da savaş olmasın, olmaz da…” diyorlardı.
Dün Ursula Von der Leyen Avrupa Parlamentosu’nda konuşurken Kyiv Independent gazetesinden alıntı yaptı: “Bu sadece Ukrayna ile ilgili değil, iki dünyanın çatışması, iki kutuplu değerler dizisi. (Ukraynalılar) çok haklılar.”
Halbuki ben bu savaşı Nisan 2021’de yazdım Ukrayna iki kutup arasında sıkışacak dedim. (Bkz.: 3 Nisan 2021 tarihli Ukrayna Krizi’ne Stratejik Bakış başlıklı yazı.) Elbette Avrupa karar vermekte geç kaldığını itiraf edecek değildir, bugün aldığı kararı destekleyecek konuları gündeme getirecektir. Politika başka bireydir…
Yine dünkü Josep Borrell’in konuşması bizlere yeni Avrupa güvenlik anlayışını çağrıştırdı. Avrupa Birliği “Rusya’nın Ukrayna’yı işgale kalkışmayacağını” değerlendirdi. Rusya, Ukrayna’ya saldırdıktan sonra AB durumu net anladı (yanıldığını da) ve (doğrusu) “bu bir Avrupa Savaşıdır” ve “bu bir Avrupa’ya (Rusya tarafından gerçekleştirilen) saldırıdır” dedi. İlk defa Avrupa Komisyonu bir karar aldı ve Ukrayna’ya askeri yardım için fon ayırdı. AB, “madem böyle bir saldırı olabiliyor ve bütçe ayrılıyor, o halde Avrupa’nın güvenliği için yeni bir paradigma gerekli” dedi. Bu durum NATO ile Avrupa’daki güvenlik ilişkisine nasıl yansıyacak, göreceğiz. Ancak gelecekte atılacak adımlar için Almanya Şansölyesi Olaf Scholz belli bir tutum sergileyecektir, bunu şimdiden söyleyebilirim. Scholz’un, bir Avrupa başat gücü olma özgüveniyle, ABD ve İngiltere çizgisinde kalacağı ihtimali yüksektir.
İşte bu bakışla; Avrupa tereddütteydi, ancak Türkiye belli düşüncelere sahipti. Neydi bunlar? “Barışa giden yolda diyalog ve diplomasi tamam ama silahlar asla kullanılmamalıdır. Kırmızı çizgimiz silahların kullanılmasıdır ve dolayısıyla silahı ilk kullananın karşısında konumlanacağız. Ukrayna’da Kırım ve Donbass bölgelerinde Rusya’nın oldubittileri kabul edilemez. Kırım Türkleri’nin arkasındayız. Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yanayız. Türkiye işgal ve darbelere karşıdır. Türkiye kimden yanadır? Prensiplerden!”
Yetkililerce Türkiye’nin izlediği politikaya itidal politikası denir mi bilmiyorum, ama Şubat başında ben böyle bir açıklamada bulundum. (Ukrayna’da Stratejik İtidal Politikası)
Avrupa ve Türkiye için ilk bakış böyleyken, Rusya Ukrayna’ya saldırdı. Bu Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan en kapsamlı bir savaştı. Avrupa (başta Fransa ve Almanya) ancak saldırıdan sonra tarafını belirleyebildi: “Rusya’ya karşıyım, Ukrayna’yı destekliyorum, ABD ve İngiltere haklı çıktı, NATO ve G7 ile birlikte her türlü adımın atılmasından yanayım.”
Türkiye ise yaşananlara ilk başta “bir savaştır” demedi, “çatışma” dedi; yani “bekle gör” politikasını seçti. Ne zaman ki ABD’nin ortakları (G7, AB, AUKUS…) ve ittifak (NATO) konsolidasyonunu tamamladı ve kapsamlı bir yaptırım kararı aldı, işte o zaman Türkiye “bu bir savaştır” dedi. İtidalli davranmak adına bu yol daha doğru kabul edilebilirdi. Aslında bu kararın gelmesi çok da karmaşık yolları içermemekteydi. Zira silahlara dokunulmaması hususunda kırmızı çizgisini belirleyen Türkiye’nin karar vermekte zorlanmayacağı bir durum ortaya çıktı. Bu noktadan sonra savaş hakkında tereddüt olmaması üzerine, Türkiye özelinde uluslararası ilişkileri doğrudan ilgilendiren Montrö Antlaşması’nın uygulanması gündeme geldi. Türkiye “Montrö uygulanacaktır,” dedi.
Montrö Antlaşması (1936) demek, barış ve istikrar demekti. Türkiye’nin Montrö’yü uygulaması uluslararası hukuk açısından çok net bir sonucu işaret etmekteydi: Barış. Bu Türkiye’nin elini güçlendiren bir antlaşmaydı. İlgili maddelere göre 20 yıl süreli bu antlaşmayı sürdürmenin tek yolu ise eşitlik ve denge üzerinedir. Eğer Türkiye, Montrö’yü uygulamayan ülke konumunda olur ise, imzacılar gelirler ve müracaatla yeni bir antlaşma yapılmasını teklif edebilirlerdi. O halde uygulayıcı Türkiye’nin bir taraf olması söz konusu değildir. Tabii antlaşmanın uygulanmasında çok ayrıntı husus var ama şunu ifade etmeliyim, eğer bugün Birleşmiş Milletler, Rusya aleyhine bir karar alır ise bu kapsamda Türkiye’ye bir uygulama konusu çıkar ve gereğini de yapar.
Bu arada bir askeri uzman olarak, politikadan ayrı şekilde yaptığım değerlendirmelerde şunu iddia ettim: “Bu post-modern savaşlarda bir ilan yoktur. Halen Tam Spektrumlu Savaş yöntemi uygulanmaktadır. Bunun gereği çatışma değil, savaş tanımı kabul edilmelidir.” (ABD talimnamesi JP 3.0 Tam Spektrumlu Savaş’ı tarif eder niteliktedir.)
Gelinen noktada, başından bu yana ABD ve İngiltere’nin olacaklar hakkındaki senaryoları veya beklentileri hiç şaşmadı, bunu tespit etmek gerekir. İstihbaratları mı iyi, yoksa planlamaları mı?.. Belki Moskova da atacağı adımları biliyordu, ancak kolaylıkla Ukrayna’daki hedefine ulaşacağından emin gibiydi. Ancak Rusya burada yanıldı. Rusya’nın ilk hedefi, NATO’yu sınırlarından uzak tutmaktı. İkincisi ise, Ukrayna’da Rusya yanlısı bir yönetimi işbaşına getirmekti. Böyle bile olsa bir dünya savaşından söz edilecek ne vardı ki? Bilindiği gibi, asıl oyun ABD ve Rusya arasında oynanmaktaydı. ABD, ortakları ve ittifak, Akıllı Güç ile hareket etti. Rusya ise tarihteki pek çok örnekteki gibi Sert Güç ile kazanabileceğini düşündü.
Harekatın birinci haftasındayız ve Rusya cephede duraksamışken, Belarus sınırında taraflarca bir ön görüşme zemini oluştu. (Bugün ikinci tur görüşme olacaktı.) Sahada ise Rusya daha agresif olmaya başladı. Rusya, devasa ülkesinin geri bölgesinden yeni birlikler aktarıyor ve halen cephede ilerlemek için taarruzlarını sürdürüyor.
Ancak Ukrayna neredeyse tüm dünyanın desteğini ve sempatisini aldı. Bu moral güç ve motivasyon bakımından önemsenmektedir. Cumhurbaşkanı Zelensky veya yönetimine bağlı diplomatlar Almanya Parlamentosu’nda ve Avrupa Birliği salonlarında konuşma yaptığında, büyük etki yaratmaktadır. Bugün Almanya başta olmak üzere Avrupa, “bu bizim meselemizdir,” şeklinde somut bir savunuya girmiştir. Tam da bu esnada Zelensky desteğin artması gerektiğini ifade etmenin yanı sıra, “Ukrayna’yı derhal Avrupa Birliği’ne almalısınız,” demektedir.
Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky, “Artık bütün meydanlarımızın adı özgürlük meydanı,” dedi. Bu tam da Batı’nın demokrasi ve özgürlük bağlamındaki küresel argümanlarını bayraklaştıracak bir söylemdir. Otokrosilere ve dolayısıyla Putin gibi bir lidere savaş açan, ona geçmişte “katil” diyen Joe Biden için bu söylem gayet belirleyicidir.
Rusya’ya karşı ABD, ortaklarının ve ittifakın uyguladığı yaptırımların analizini geniş biçimde Post-Ukrayna başlıklı yazıda ele almıştım. Bu vizyonu açık bir yazı olduğu nedenle okumanızı tavsiye ederim. Zira Avrupa veya başkaları için bu yazıda bahsedilen önemli hususlar, geleceğe ne yönde bakılmalı ve neye hazırlanılmalı noktasında önem arz etmektedir. Bu cümleden açıkça işaret etmem gerekmektedir, Türkiye de bu vizyona göre politika yürütmek ve planlar yapmak durumundadır.
Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky’nin talebinden sonra, Avrupa’ya bakarak, “bizi neden Birliğe almıyorsunuz, Avrupa güvenliği için Türkiye’nin önemi açıkça görüldü,” şeklinde tespit yapmakta ve sormaktadır. Avrupa ise Ukrayna’da yanan ateşin sıcaklığına bakarak tüm dikkatini buraya vermektedir.
Güvenlik bakımından Avrupa için göç, terör gibi meseleler varken, bugün savaş, stratejik savunma, Soğuk Savaş 2, Karadeniz ve Montrö gibi konular var. Bakalım Avrupa gelecek için neleri öne alacak?
Bundan önce sizlere onlarca sayıda stratejik-vizyon içerikli yazılar paylaştım. Uzun zamandır, ki Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump döneminden Joe Biden dönemine geçişten itibaren, görülecek küresel değişikliklere olabildiğince ağırlık verdim. Bugün bu dönemde ise ABD ve Rusya bağlamında küresel çapta yaşanan çok önemli gelişmelerle karşı karşıyayız. Sizlere bu makalede bundan sonraki dönemi, gerekçelerini ve değişecek düşünce kalıplarını “Post-Ukrayna” bağlamında açıklayacağım.
GİRİŞ
Post-Ukrayna (Ukrayna Sonrası, #postukraine) terimine alışalım. “Post-Corona” der gibi bunu da fazlasıyla kullanacağımız küresel sorunların aşırı arttığı bir döneme girdik. Bu dönemde gerginlikler, risk alma biçimleri, her boyut ve derinlikte küresel etki üretir biçimde gelişmelerin vücut bulabileceği bir evredeyiz. İnsanlık nereye gidiyor? Belirsizlikler çok ve Post-Ukrayna ile ortaya çıkan sonuçlara bakıp tanımlamalar yapacağız.
(Başlangıçta önereyim, lütfen fırsat bulursanız okuyunuz: Politik Merkez’de çok yazıya konu ettiğim Biden Doktrini’ni, NATO 2030’u anlatan NATO’dan İleri, Küresel risk takvimini içeren yazı ABD Gözüyle Çin’in Askeri Stratejisi ve Küresel Riskler, dünyaya dört senaryo sunan Küresel Eğilimler 2040 Okuma Rehberi, sadece Politik Merkez’den değil, her bir dokümandan sorgulayın temel konu olan Dördüncü Sanayi Devrimi’ni.)
Post-Corona’da birden yaşama dair koşullar ve alışkanlıklar nasıl değişti? Yaşam biçimleri, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik ortam değişiklikleri akıl almaz ve çok edici biçimleriyle, hızla, birkaç yıl içinde gelişti ve değişti. Şimdi “yeni normalleşme” diyoruz, değil mi? Öğretilmiş gibi karşıladık dönüşüm modellerini ve kalıplarını, teknolojik altyapı ve usuller bile hazırdı büyük ölçüde. Benzer düşünelim; her bir değişimle beraber şok olabiliriz! Ama bu kez insanlık hastanelere gitmek için bir ambulans çağırmakla veya bireysel testler yaptırmakla yetinecek mi? Zira şimdiden belirtilerini gördüğümüz konular bireysel ve yöresel değil, siber-uzaya kadar etkisi olan ve küresel etkiler ortaya çıkacak türden. Hani diyorlar ya, her birimize chip takacaklar diye, şimdi bir ilavemiz olsun bu chip ile (veya başka bir kontrol etme sistemiyle, zaten var, örneğin elimizdeki akıllı cihazlarımızla, eşyalarımızla) sosyo-politik ve sosyo-ekonomik alanlarımız daha da belirginleştirilecek, bunun üzerinde yaşam kurgulanmış halde olacak. İşte size en yeni normal! Bu işin içinde bugünden hesap edebilecekler var, yeni geliştirilecek yöntemlere gebe bir muhasebeyi ve değerlemeyi gerektiren usuller de.
Bekleniyor muydunuz Rusya’nın bu şekilde Ukrayna topraklarına balıklama atlayacağını? İhtimal dahilinde olsa da çoğunluğun görüşü, “böyle olmaz, bu derece ve çabuklukta olmaz,” diyordur herhalde insanlar.
HEDEF 2040 SONRASI
Bütün hesaplar “2040” sonrasına ilişkin yapılıyor. Ülkeler, şirketler bugünden kendilerini 2040 yılı sonrasında çok farklı olacak bir dünyaya hazırlamak için kolları sıvadılar bile. Bundan habersiz olanlar ise geride kaldılar. Hazırlıklar başat güçlerce ama küresel ölçeklerde yapılıyor ve bu büyük bir mücadele alanı yaratıyor. Soru; egemenlik daha çok kimlerde ve hangi alanlarda olacak, paylaşım nasıl olacak, hesaplar nasıl görülecek?
Sadece Çin bağlamında 2049 yılına kadarki takvime bakalım. Şöyle öngörmekteyim:
2021, (aslen) Çin’e ve Rusya’ya karşı ABD küresel ittifaklar ve ortaklıklar oluşumunu ortaya koydu.
2025, Çin’in ekonomi hedef: “Made in China 2025”
2027, Çin Ordusunun birinci aşama modernizasyonunu tamamlaması (yeteneklerinin “akıllı savaş” için bir sistemler sistemi içinde ağa bağlanacak biçimde modernizasyonu).
2027, Çin’in 700’e varan sayıda nükleer savaş başlığına ulaşması.
2027, Çin’in Tayvan’a askeri müdahale için kendini hazır hissetmesi. ABD’nin Pasifik’teki bütün önlemleriyle bunu caydıracak hamlelerini geliştirmesi (bana göre Biden Yönetimiyle başladı bile).
2030’a kadar ABD’nin Rusya’yı baskılaması.
2030, Çin’in 1.000’e varan sayıda nükleer savaş başlığına ulaşması.
2035, Çin’in ekonomi hedefi: “China Standarts 2035”
2035, Çin Ordusu’nun ikinci aşama temel modernizasyonunu tamamlaması.
2040’a kadar küresel çapta giderek gerginleşen bir dünya.
2049, Çin Ordusu’nun son aşamada dünya standartlarında tam modernizasyonunu ve “Büyük Gençleşme Stratejisi”nin tamamlanması.
Sanırım 2050 dünyasında bu yaşanacakların bir izdüşümü olacaktır. Ancak 2040 ila 2050 arasında yaşanacak gerilimlere hazır mısınız, diye sormak isterim. Bugün durum böyleyse yarın nasıl olacak?
NATO 2030
Atlantik ittifakının hedefi 2020’den itibaren içinde Kuzey Kutup Bölgesi (Arktik Bölge), siber-uzay ve Çin ile onunla ilişkili Asya-Pasifik, Hint-Pasifik bölgelerini kapsadı. Şunu da ifade edeyim, 2030’da ilan edilecek NATO 2040’ın neyi kapsayabileceğinin aklı bugünden belirlenmektedir.
Bugün vizyonlarıyla ve projeleriyle 2030’a hazırlanamayanlar, 2040’ta yok olacaklardır.
BIDEN DOKTRİNİ
Biden Doktrini nedir? “Amerikan halkı ve dünyadaki insanlar için ortak değerlerimizi savunmak, ortak çıkarlarımızı geliştirmek ve yeni ve hızlanan küresel zorluklar karşısında bile demokrasinin gerçekleştirebileceğini göstermek için ortaklar ve müttefiklerle birlikte çalışan güçlü bir Amerika!”
ABD’NİN ORTAKLIK AĞI
Gelişmelere bakan Amerikalı politika yapıcılar ittifaklara bu denli neden önem verdiler? Çin ikinci kutbu yapmadan kendi saflarını belirlediler. Kim bunlar? Bakalım: G-7 (ABD yanı sıra Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada); AB (27 ülke); NATO (30 ülke); buna NATO 2030 vizyonunda Derin Ortaklar’ı ekledi (Kanada, İngiltere, Hollanda, İtalya, Norveç, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, Güney Kore); Dörtlü Güvenlik Diyaloğu (ABD, Japonya, Hindistan, Avustralya) ve Stratejik Ortak (İsrail). Bu ABD’nin Küresel Blok’udur. Birlikte hareket edip sinerjik olarak plan-projelerini geliştirirlerse 2040 yılında hedeflere ulaşmak mümkün olabilecektir.
Joe Biden’ın gülümsemeyle ve iftiharla açıkladıkları içinde amacına ulaştığı anlaşılıyordu. Biden Doktrini gereği ABD, G7, NATO, AB, AUKUS ve Quad çerçevesinde ülkelerle anlaşmaya varmıştı. ABD’nin kurduğu bu oluşum, ki yaklaşık 50 ülkeden müteşekkildir, Biden Doktrini’ne göre ilintilenmiş demokrasiler olarak ifade ediliyor. Bu oluşumun karşısında ise en önde gelenler otokrasilerdir. Çin ve Rusya burada konumlandırılmaktadır.
ANGLOSPHERE ORTAKLIĞI
Anglosphere nedir? Basitçe İngilizce konuşan 5 ülke (rumuzlarıyla); Birleşik Krallık/Britanya (UK/B), ABD/Amerikan (US/A), Kanada (CAN/C), Avustralya (AUS/A) ve Yeni Zelanda (NZ/Z).
Anglosphere kapsamındaki anlaşmalara bakınız: ABCANZ Ordu Programı (Kara Gücü), Hava ve Uzay Birlikte Çalışabilirlik Konseyi, AUSCANNZUKUS (Deniz Gücü), Sınır Beş, Müşterek Muhabere Elektronik Kurulu, Beş Ülke Konferansı (Göçmen), Beş Göz (UKUSA, İstihbarat), Beş Ülke Pasaport Grubu, teknik İşbirliği Programı (Bilim ve Teknoloji). Bütün bu anlaşmalar İkinci Dünya Savaşı zamanındaki fikre ve tertiplenmeye göre belirlenmiştir. Her biri zaman içinde geliştirilmiştir. Geliştirilmiş halleriyle Soğuk Savaş sonrasında özellikle 2004 yıllarından itibaren anlaşmalar güncellenmiştir.
Bugünlerde AUKUS’u duyanlar neden şaşırdılar? Anglosphere kapsamında işbirliği serisinde atılmış bir adım ve konunun merkezinde nükleer takatli denizaltılar olacak. AUKUS, Avustralya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki nükleer denizaltı programı. Genişletirsek, askeri, güvenlik, teknoloji, siber alanlarda işbirliği içinde hareket edecekler.
Anlaşmalar gereği Macao ve Hong Kong, Çin’e devredildi. Çin, Tayvan’ın kendi toprağı olduğunu ifade ediyor. Güney Çin Denizi’nde egemenliği kendisinde olması iddiasında bulunduğu adacıklar var. Bugün için üç kritik nokta: Güney Çin Denizi, Hong Kong ve Tayvan. Çin bu üç konuda tam kontrol sahibi olmak istiyor ve egemenlik tanımını (ekonomik ve savunma dahil) buna dayandırıyor.
GELİŞMİŞ 7
Sadece ABD, Kanada, Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya’ya bakacak olursak, dünyadaki zenginliğin yarısı desek yanlış olmaz. G7 üyeleri, nominal değerlere göre küresel olarak gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 46’sından fazlasını temsil etmektedir. Bu ülkeler, satın alma gücü paritesine göre GSYİH’nın yüzde 32’sinden fazlasını temsil etmektedir. 2018’de, bu gruptaki ülkeler toplam 317 trilyon dolarlık küresel net servetin yüzde 60’ından fazlasını oluşturdu.
KONSOLİDASYON
Bu oluşumla ne tür uygulamalar olacak, bir soru işareti idi. Ukrayna savaşı başında Avrupa Birliği ile ABD (ve onunla hareket eden İngiltere) arasında görüş farkları var gibiydi. Ukrayna savaşı Batı’yı konsolide etmeye yetti. Öyleyse Post-Ukrayna’da bu oluşum ABD’nin ortağı ve ittifakı birlikte hareket edecek halde kenetlendi. Bundan böyle bu oluşum bir oluşum (şimdiden bir kutup denir mi söylemek için erken) halinde hareket edecek görünmektedir. Peki bunlar neler yapacaklar? Örnekleri neler oldu, neleri gördük, bunlar gelecekte yaşanabilecekler için birer ipucu mu?
RUSYA’YA YAPTIRIMLAR
Batı tarafından Rusya’ya karşı ağır ekonomik yaptırımların ilan edildiği ve uygulanmaya başlandığını gördük. Çeşitlilik arz eden bu yaptırımlardan bazılarını buraya not edelim:
Ekonomi: Merkez Bankaları dahil Rus bankalarına, oligarklara, önemli şirketlere engellemeler getirildi, rezervler donduruldu, tahvillerin nakde dönüştürülmesi engellendi. Engeller içinde SWIFT konusu öne çıktı.
Enerji: Enerjide kısıtlamalar getirildi (özellikle Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz akışında görüldü). Batı tarafından yeni ve alternatif çözümler olacağı ifade edildi.
Ulaşım: Hava sahası kullanımı engeller geldi. Avrupa hava sahası neredeyse Rusya’ya kapatıldı. Bu durumda başka uygulamalarda bu kolaylıkla tatbik edilebilecektir.
Enformasyon: Medyaya Rus ajanslarına (RT ve Sputnik) dezenformasyon yaptıkları gerekçesiyle kısıtlama getirilmesi. “Hassa bir konu” veya “sansür konusu” bile denmedi, dezenformasyon doğrudan silah olarak işlem gördü, yapan yayın organları faaliyetleri düşmanca tavır olarak görüldü. Bu durumda basına bu tarz yaklaşımlar getirilebil çektir.
DÖRDÜNCÜ SANAYİ DEVRİMİ
Temel fikrim Dördüncü Sanayi Devrimi (Endüstri 4.0) ile ilgili zaten yaşanması gereken büyük değişimlerle ilgilidir. Bunun içinde pek çok konu yeni baştan kurgulanacaktır, kaçınılmaz görmekteyim.
SİBER-UZAY VE YENİ EGEMENLİK MÜCADELESİ
Engellemelerin ötesinde Ukrayna’da başka bir uygulama da oldu. Bu da iletişim ve teknolojiyle ilgiliydi. Örneğin Elon Musk, Ukrayna için SpaceX’in “Starlink” projesi kapsamında bir deneme uygulaması gerçekleştirdi. Bu teknolojik konunun içeriği bir yana, Post-Ukrayna başlığımız çerçevesinde, bu uygulamanın gerçekleşmesi bile önemli bir gelişmedir. İşte size siber-uzayda tırmanan rekabet, teknoloji ve egemenlik konuları!
Yine de bir cümleyle bahsedelim, siber saldırılara maruz kalan Kiev’in interneti birden çalışıverdi. Nasıl mı? Starlink destekledi. O zaman gelecekteki asıl rekabetin siber-uzayda meydana geleceğini bilmemiz gerekmektedir.
POST-UKRAYNA SAVAŞLARI
Post-Ukrayna’da ilk görebildiklerimiz neler?
Küresel ekonomik savaş,
Yeni soğuk savaş,
Hibrit savaş (Düzensiz savaş ve siber savaş).
Hal böyle ise buna göre hazırlık yapan ülkeler, şirketler ve oluşumlar kazanabilecekler. Elbette bu saydıklarımızın detayına başka başlıklar da eklenebilir. Enformasyon savaşı, ilan edilmemiş savaş, istihbarat savaşı vs. çok başka içerikler de var. Nükleer gerginlik stratejik ölçekte en önemli hususların başında olacak.
İlan edilmeyen savaş, bir barışın olmadığı anlamına da gelmekte ve sürekli baskı ve rekabet ortamında kaotik bir dünya görüntüsü vermektedir. Bu ilan edilmeyen savaş şartlarında uluslararası hukukun işetilmesi noktasında daha büyük bir sorun oluşturacak demektir.
Rusya nükleer kuvvetleri alarma geçirdi. Bugün öyle görünüyor ki Putin’in başarısız olma riskleriyle de yüzleşeceğiz! Ancak kitle imha silahlarının çeşitleneceği ve sayıca artacağı bir dönemdeyiz.
KÜRESEL MÜCBİR SEBEP POLİTİKASI
Biden planında Akıllı Güç var. Akıllı Güç uygulaması gereği Biden küresel bir zorlama ortamı yarattı. Bu hemen herkes, kurum için bir küresel mücbir sebep yaratacak etki üretti.
Esasında Post-Corona ile insanlık “yeni normalleşme” diye bir tanımı ister istemez kabullendi. Bu pandemi ile ortaya çıkan yeni normalleşmeye Ukrayna odaklı ama esasen küresel güç olan bir Rusya sorunu ileri sürüldü. Ve şimdi Post-Ukrayna’yı düşünmekteyiz.
Sorum şu: Post-Ukrayna ile insanlık hangi türden bir yeni normalleşme içinde olacak?
Bunun ipuçlarını almaktayız… Post-Ukrayna’da;
Siber-uzayın yaygın kullanımı,
Dezenformasyonun ve buna karşı engellemelerin kullanılması,
Gıda ve emtia sorununun yaygınlaşması,
Silahlanma eğiliminin artması, ülkelerce daha fazla bütçe ayrılması,
Kitlesel göçlerin ve mülteci sorunlarının artması,
Nükleer silah dengesizliği,
NATO’nun yeni formatı ve görev alanları (bugün NATO 2030 bakımından, daha ileriki yıllarda 2040, 2050 gelişecektir),
Nükleer seçenekler,
Küresel ulaşımda küresel ticaret yolların değişmesi (Arktik bölge, hava sahalarının kapatılması ile ortaya çıkan zorunlu hava yolu koridorlarının kullanılma zorunlulukları gibi),
Rusya ve Çin’in birbirlerine daha fazla destekleme eğilimi göstermeleri, birbirlerine muhtaçlık alanların daha fazla ön plana çıkarak anlaşmaları, bunun Batı’ya etki etmesi,
En önemlisi, Finans Teknolojileri (Fintech) ile yeni ekonomik düzenin kurgulanması olacak.
Bundan böyle alışageldiğimiz gibi olmayabilir… Özellikle liberal demokrasilerde piyasalara müdahale edilmesi istenmeyen bir durumdur. Ancak üretime ve tüketime, ticarete müdahaleler söz konusu olabilecektir. Post-Ukrayna öncesi yeterli ve etkili bir gerekçeniz olmaz idi, ama şimdi var. Örneğin Avrupa Parlamentosu, “nükleer tehdit, Rus tehdidi, Avrupa Kıtası savaş halinde…” diyerek, bir karar alıp dayatabilir.
Demokrasilerde, başat ülkelerdeki büyük güç odaklarının (ki içinde küresel güç haline gelenler de var ve kendi hükümetlerini bile dinlemeden hareket edebiliyorlar, dünyadaki fırsatlardan yararlanabiliyorlar ve istenmeyen güçlerle bile çıkarları doğrultusunda ortaklık kurabiliyorlar,) imkanlarını kısıtlamak zor idi.
Biden’ın Akıllı Güç dediği bu işte: Demokrasi derken, demokrasinin yumuşak gücü dahilindeyken, fakat küresel mücbir sebeplerin ve risklerin çok hızlı gelişerek büyük sorunlar yarattığı söz konusuyken, atılacak adımların ortaklarla ve ittifakla devasa bir güç haline getirilerek hasmın karşısına bir duvar gibi konmasıdır.
Yukarıda sıraladığım hem sebepleri hem de değişen durumu tarif eden Ukrayna bağlamındaki gelişmeleri bu gözle irdelemeniz gerekmektedir.
Fiilen 2022’nin atmosferini solumaktayız; Beyaz Saray odaklı başat güç birliği küresel bir müdahalede bulundu, her yönde ve katmanda etkisi olan türden!
EKONOMİ
Ukrayna meselesi nedeniyle uygulanan ekonomik yaptırımlara şu gözle bakalım. Rusya’ya dört para birimiyle etki edilecek. Bunlar; Dolar (yüzde 61.82), Avro (yüzde 20.24), Pound (yüzde 4.54) ve Yen (yüzde 5.25). Peki bu para birimlerinin küresel rezerv oranlarının toplamı nedir? 2019 rakamlarına göre yüzde 91.85 olmaktadır. Bu durumda sadece Rusya’nın Ruble’si ne denli baskı altına girecek, açıktır. Çin para birimi Renminbi’nin küresel bakımdan rezerv gücü ise ancak yüzde 1.95 mertebesindedir. (Geriye kalanı siz düşünün.)
Bir de küresel ölçekte bazı borsaların işlem güçlerine bakalım. New York’un payı yüzde 56.2’dir. Londra’nın yüzde 33.7’dir. Dublin, Paris ve diğerlerini ekmeden bu ikisini toplasak bile yüzde 89.9 işlem hacmine sahip olduklarını bilememiz gerekir.
SWIFT hesabı bile yapılsa, sonuç bellidir, ancak burada başka şeyler de aranmalıdır. Acaba yeni bir düzende (en yeni normalde) bu Batı blokunun dört para birimi ve ilgili borsaları aynı anda Fintech ile yeni bir ekonomik yapıya mı geçecek? Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya, ama bir diğer bakışla bu ABD ittifakının dışındaki dünyaya yeni bir uygulama mı getirilecek? Düşünün ki aynı anda Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avrupa Birliği ülkeleri, Birleşik Krallık, Japonya gibi büyük küresel oyuncular Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımları koordineli ve anlaşmalı bir biçimde aldılar. Bu konuda bir endişe duymadan geçmemek gerekir kanaatindeyim. Çünkü büyük bir belirsizlik var, alışılagelen hamleler değil bunlar. “İş gücü, kaynak, hizmet, üterim sizde, paranın ve tüketimin kontrolü bende,” anlayışı acımasızca devam edecek herhalde…
O halde soralım: Bilinen serbestliklerin ötesine geçerek, yıkıcı savaş gerekçelerini öne sürerek, finans ve yatırım yollarını yönlendirmek söz konusu ise dünyanın bir tarafının üretim ve tüketim kararlarına etki mi edilecek? Finans ve yatırım yollarını yönlendirerek hedef ülkelerde politik tablonun şekillenmesi mi sağlanacak?
NÜKLEER
Ukrayna krizinde taraflar sürekli nükleer silahlarla ilgili meseleleri tehdit edercesine gündeme getirdiler. Bilinmesinde yarar var, ABD ve Rusya’nın yaklaşık eşit, iki bin kusur nükleer harp başlığı depolarda. Çin başladı bu konudaki çalışmalara ve hedefleri 2030 yılı itibarıyla bin adet nükleer harp başlığına sahip olmak. Eğer Nükleer Planlama Anlaşmaları gereği ABD ve Rusya dengede durmaya devam ederlerse, Rusya ve Çin anlaşmalı ilerlerse, 2030 yılında ABD’nin karşısında yüzde 50 fazla nükleer başlığa sahip (üstelik kendine doğrultulmuş şekilde) bir güç ortaya çıkacak denebilir. ABD bu durumda ne yapmalı? Serbest kalmalı ve nükleer silah üretmekle ilgili anlaşmalardan çıkmalı. Peki çıkıyor mu? Evet.
SONUÇ
Acaba dünyayı tekrar formatlama zamanlarından birini mi yaşıyoruz? Bu Post-Ukrayna’yı kavramanın, önemine göre gerekli adımları atmanın ve içeriğinin yankılanmasını sağlamanın peşindeyim. Özellikle başat ve gelişmekte olan ülkeler için, bu yeni kaotik düzende, atılacak her bir adımın çok hesap edilmesi gerektiği açıktır. Stratejik bakımdan bu hususu takdirlerinize sunmak isterim.
2020 çok yıkıcı geçti, şaşırtıcıydı, yaşananlara inanamadığımız anlar çok oldu. 2021 bir tür hazmetme dönemi olarak geçti. Ama aslında belirgin bir dönüşümün ana hatlarıyla belirginleştiği dönemdi. Geride bırakacağımız bu yılda Batı kültürü, Batılı olmak, Transatlantik, NATO, egemenlik, Asya, Pasifik gibi ifadeleri çokça duyduk. Ben de bu kavramlar ve kurumsal yapılar çerçevesinde çok temel konu başlıklarını tartışmışsak istedim. Olup biteni iki kavramla özetlemek istedim: Politika ve savunma. Özellikle Soğuk Savaş sonrasından bugüne, buradan da 2030’a giden yolda, sadece ülkeler değil, bireylerin bakış açılarıyla gelişen refah ve güvenlik ihtiyacına bağlı çok temel bir konu hakkında bilgilerimizi tazeleyelim istedim. Örnek olarak sıcak Ukrayna meselesine değineceğim. Çin stratejisi üzerinden geçeceğim.
BATI ve ORTAKLIK
Tarih ve felsefe başta olmak kaydıyla pek çok temel konuya bakarak genel bir çıkarım yapıldığında; Batı dünyasının gücünü kapitalizme ve bununla daha çok kültürel yönden eşgüdüm halinde hareket edenlere dayandırdığı, bireysel çıkarcılığın ve tatminin katı bir şekilde korunması gerektiği anlayışının hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Bu köklü “kültürel ortaklık” temel bir anlayış olarak, “aynı tepkileri verebilen politik eksen”şeklinde kendini göstermektedir. Diğer kültürlerle aynı türden yakınlık kurulamamasının ve karşıtlıkların yaşanmasının, bunun da bir “diğer politik eksen” olarak kendini göstermesinin açıklaması, bu şekilde yapılır.
Bu soyut anlatımın somut şekilde karşılık bulduğu bir zaman aralığında analizcilerin dahi gelgitler yaşadığı bir dönemdeyiz. Örneğin Demokrat Joe Biden Yönetimi’nin bugün G7, Avrupa Birliği, NATO, bunun içindeki derin ortaklıklar, AUKUS, QUAD, gibi yapılarla kolaylıkla kurabildiği ortaklıklara bakılacak olursak, bu bahsettiğimiz temel soyutluğun gereği olarak bir sonraki adımda “küresel politika” noktasında kendini nasıl gösterdiğini açıklamamız kolaylaşır. Bir bakarsınız ki bir yanda küresel tüm dokulara nüfuz eden bir akıl var, ama diğer yandan sürekli özgürlükten bahsediyor. Bu çok kişiye bir çelişkiymiş gibi gelebilir. Ama özünde bu bahsettiğim soyut algıya sahip olanların düşüncesinde tereddüt oluşturacak konu değildir. O halde bireysel güce, çıkara, dünya görüşüne dayalı bu kültürel birlikteliğin iyi anlaşılmasında yarar vardır. Uluslararası İlişkiler konusunun sadece “devletlerin çıkarı vardır” söylemiyle yeterli olmadığı, beraberinde ve aslında kökeninde, “bireysel çıkarın hâkim olduğu bir anlayışı” kabul etmek gerektiği açıktır. Ancak bu bireysel çıkarın bir akılcı (rasyonel) tarafı vardır ve rasyonalite ile Uluslararası İlişkiler bahsinde sürdürülen politika uygulamasının karşılığı ise “Akıllı Güç” uygulaması şeklinde gerçekleşir.
Eğer bugün Joe Biden, “Batı tipi demokrasi” ve “Batı tipi kapitalist sistem” diye bir politikayla ortaya çıkıp konuştuğunda iki uç nokta görmekteyiz: İtirazsız bunu kabullenenler ve buna ikiyüzlü bir politika olarak bakanlar. Eğer bir Japon, Güney Koreli veya Hintli bu politika için kendini ortak görüyor ise bunun gerisinde olan temel düşünce, bireyin yaşama verdiği anlamda yer bulmaktadır. Özellikle bu tür ülke insanlarının kendi kültürlerini muhafaza ederlerken Batı sistemini başarıyla uyguladıkları dikkat çekici gösterilmektedir. Bu örneklediğim Japon birey için ne Joe Biden’ın ne de ABD’nin önemi vardır, burada önemli olan kendinin yaşamla olan bağıdır, beklentileri ve tatminidir. Bu merkezden bakılırsa bu yetişmiş birey kendini daha da geliştirecek olan tarafın muhafazasından yana tavır almaktadır, seçimini başkasına hesap vermeden böyle yapmaktadır.
Egemenlik, özgür irade, bireysel tatmin ve gelişme arzusu, emniyetli yaşama içgüdüsü…
DEVRİM ve KÜRESELLEŞME
Dördüncü Sanayi Devrimi oldu ve her oluşumu etkiliyor. Küreselleşme, Bilgi Çağı, büyük sermayenin doyma noktasına gelmesi, kuantum fiziği aklı, kaosun kontrolü, siber teknolojiler, gibi araçlarla gelişmiş bilgisayar ve internet ağ (network) teknolojileri, yani sanal dünya beraberinde Dördüncü Sanayi Devrimi’ni getirdi. Bu her şeyin, anlayışların, değerlerin standartları, politikaların, hatta insanın değişmesi demekti! Bundan böyle asıl mesele gerekli olan Doğal Uyumlanma Dönemi’nin atlatılmasına dönüştü.
Küreselleşmenin tamamlanması yolunda ilerlenirken ara engeller aşılmalıydı. Yerkürede ve hatta insanın yerleştiği her yerde geçerli tek bir para sistemiyle engelsiz büyümenin ve yeni küresel sistemin kontrol edilmesinin gerekli olduğu bir dönem başlatıldı. Bu değişimin küresel zorunluluklarla da açıklandığı fırsatlar oluştu: Küresel finans krizi, küresel koronavirüs pandemisi, küresel iklim krizi, küresel terör tehdidi, küresel tedarik zincirleri, gibi önemli etkiler.
ABD yeni ittifak ve ortaklıklar doktrinini uygulamaya koydu. NATO yeni hedeflerini 2019 ve 2021’de açıkladı, 2030 vizyonu küresel kapsamdadır: Kuzey Kutbu, uzay, siber alan, Çin hedef alanında. Fintech çalışmalarının uygulamaları denemeleri ve sistemleşme çalışmaları sürmektedir. Küresel finans, pandemi, iklim, terör krizlerine çözümler önerilmekte ve bunlara bağlı yeşil teknolojilerin ve sosyo-ekonomik yapıların kurulması, küresel tedarik zincirleri ve ticaret ve finansmanı, gibi alanlarda standartların belirlenmesi çalışmaları sürmektedir.
TRANSATLANTİK ve RUSYA
Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü üzerinde bir açıklama yapalım. Kapitalizmi, görece de olsa bireysel gelişimi ve bunun politikalarını korumakla ilgili bir örgüttür. Buna özgür dünyanın savunma örgütü de denmektedir. NATO, 1949’da 12 egemen ülke (Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri) ile kuruldu ve bugün ittifakta 30 ülke var. NATO, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi uyarınca toplu savunma haklarıyla tamamen uyumluydu biçimde kuruldu. NATO’daki tüm kararlar fikir birliği ile alınır, yani bir karar ancak her bir Müttefik kabul ederse alınabilir. Kuruluş şartlarında, Soğuk Savaş’ın daha belirgin olduğu dönemlerde, her ne kadar NATO eşit haklara sahip üyelerin katılımına dayalı bir örgütse de başat güç ABD, bütçe, teknoloji, strateji ve istihbarat ağırlıklı yönlendirmeleriyle doğal olarak örgüt içinde hâkim konumda bulunmaktaydı (bugün de böyle). Bu kapsamlı bir iç tartışma konusudur. Kurulduğu zamanın anlatımları da dahil, ama özellikle yakın dönemde NATO anlatımlarında “egemen ulus” kavramı esas alınır. Egemen ulus, NATO ile “savunma” alanında anlaşma yapar ve bir hedef soyut biçimde ifade edilir. Savunulacak olan değerlerdir ve kültürdür. Neden Rusya veya Çin gibi somut bir hedef yoktur da “demokrasi” ve “özgür dünya anlayışı” vardır? Eğer bu hususu başka şekilde açıklarsak; otoriterlik, işgalcilik, sertlik yanlısı politikaları öne çıkaranlar hedeftir. NATO, çatışma istemez, sertlik yanlısı politikalara sahip olanları caydırır, asıl amacı herkesi bünyesine almaktır. Askeri kapasiteyi bu amaçla planlı bir şeklide kullanır. NATO’ya dahil olan bir ülke, kendi bölgesinde barış ve istikrarın gelişmesini emniyetle temin etmek ister. Bunu temin ederken, savaşmadan güç göstererek yapmayı esas alır. Başka ifadeyle emniyetli atmosferi, sert durarak, ama yeterli hazırlığı olduğu halde, sertliği kullanmadan temin etmek ister. Akıllı Güç uygulaması stratejik açıdan çok önemlidir. NATO kendi bölgesindeki ülkelere saldırıya karşı önlem aldığı gibi insani talepler için de yardıma hazırdır. Bu ifadelere bakarak NATO’nun genişlemesi demek; egemenlik ve insani hakların genişletilmesini emniyetle garanti altına almak demek olur.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Rusya, Paris Tüzüğü, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) kurulması, Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi’nin oluşturulması ve NATO-Rusya Kuruluşu dahil olmak üzere kapsayıcı bir “Avrupa Güvenlik Mimarisi” inşa etme taahhüdünü esas alır. Bu Avrupa Güvenlik Mimarisi’nin ruhunda ifade ettiğim soyut düşünceler var. Ancak Rusya veya Rusya’yı ayakta tutan oligarşi tekrar güçlenene kadar zaman kazanma yolunu seçmiş olabilir. Eğer bugün Rusya’nın “komünizm” ile değil de “oligarşik kapitalizm” ile gelişmek istemesini göz önüne alırsak, bugün beklediği güce eriştiğini ve nüfuz alanını bu şekilde genişletmek istediğini söyleyebiliriz. (Çeşitli örnekler var, bölgemizdeki Libya ve Suriye dahildir.) Soğuk Savaş’tan sonra ve tarihin bu yakın döneminde, NATO’nun işte bu Rusya’nın genişlemeci tutumuna ve politikalarına karşı politika geliştirdiğine dair açıklamalar sunduğuna dikkat çekmemiz gerekmektedir. Örneğin Rusya Federasyonu güçlenince 2008’de Gürcistan’a askeri yönden müdahale etti. Diğer konu, 2014 yılında fırsat bulup Ukrayna’nın Kırım ve Donbass bölgelerini işgal etti. Bugün NATO, Rusya’nın Avrupa Güvenlik Mimarisi’nin taahhütlerine bağlı kalmasını hatırlatmak adına bölgeye askerini yerleştiriyor. Bu bağlamda Batı kültürü, Gürcistan ve Ukrayna gibi uluslara da özgür iradeleriyle talep ettikleri Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya dahil olma yolunda imkân vermektedir. Başka şekilde söylersek, Ukrayna halkı Rusya’nın oligarşik kapitalizmini değil, bireyin kültürel zenginliğini esas alan çoğulcu demokrasinin uygulanabildiği Batı tipi kapitalizmi kabul ettiklerini dile getirildiği ortaya çıkıyor.
Uluslararası İlişkiler yönüyle bilinmesi gereken somut nokta SSCB dağılırken imzalanan kurucu anlaşmalardır. Rusya ve SSCB’den çıkan ülkeler, özellikle bu periyotta Avrupa’ya ve NATO’ya dahil olan Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gündeme geliyor, bütün bunlar birer kuruluş senedi imzaladılar. Bu bağlamda “NATO ile Rusya Arasındaki Kurucu Yasası” önemli bir belgedir. Bugün kendini daha güçlü hisseden Rusya imzaladığı bu kuruluş senedini yok sayma eğilimindedir. Hatta Ukrayna’yı işgal etmekle Rusya alenen bu senedin hilafına bir girişimde bulunarak sorunu farklı bir noktaya taşımaktadır; neredeyse Soğuk Savaş şartlarına geri döndüklerini ima etmektedir.
Helsinki Nihai Senedi, her egemen ulus, kendi güvenlik düzenlemelerini seçme hakkına sahiptir, der. Bu, Avrupa güvenliğinin temel bir ilkesidir ve Rusya’nın da kabul ettiği bir ilkedir. Rusya, NATO ve Rusya Arasındaki Kurucu Yasayı imzalarken, “tüm devletlerin egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesini ve kendi güvenliklerini sağlamak için gerekli araçları seçme hakkının korunmasını taahhüt etti,” dedi. Öyleyse bugün Putin’in ve Lavrov’un çokça dile getirdiği, Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın NATO’ya giremeyeceği iddiası tamamen yanlış bir argümandır.
Halen NATO’nun Gürcistan, Moldova, Ukrayna ve Rusya gibi ortak ülkelerde sivil irtibat büroları bulunmaktadır. Bunlar henüz birer “askeri üs” niteliği taşımaz. Kosova’da savaş şartlarında KFOR, Barışı Koruma Gücü’ne bağlı oluşum vardır. NATO sözü edilen her ülkeye bu tür büroları açarken veya talep edildiğinde askeri uzman gönderirken iki ülke arasında anlaşma imzalamaktadır. Sürekli egemenlik ilkesi göz ününde tutulmaktadır. Bütün bu faaliyetler Viyana Belgesi esas alınarak tesis edilir.
Bu konuların değişik yansımaları olur. Örneğin Rusya da diyor ki, Suriye’de Esad’ın davetlisi olarak bulunuyorum.
İttifak’ın kurucu belgesi olan 1949 tarihli Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 10. Maddesi “Açık Kapı Politikası” hakkındadır. Bu politika, “NATO üyeliğinin, bu Antlaşma’nın ilkelerini ilerletebilecek ve Kuzey Atlantik bölgesinin güvenliğine katkıda bulunabilecek konumda olan herhangi bir Avrupa devletine açık olduğunu,” belirtmektedir. Dolayısıyla NATO’nun genişlemesi söz konusu olmaktadır, ama bu her bir ülkeye açıktır, hatta daha düne kadar Rusya Federasyonu için dahi geçerli bir durumdu (2021’de önce Rusya sonra NATO iptal edildi). NATO bu 10. Maddeyi iptal etmedi ve hiçbir zaman genişleme potansiyelini sınırlamadı. Son 72 yılda 30 ülke özgürce ve kendi iç demokratik süreçlerine uygun olarak NATO’ya katılmayı seçti. Buna “egemenlik seçimi” dendi. Hatta buna NATO’nun genişlemesi demek yerine, özgür dünyanın kültürünün bir çatı altında toplanma iradesi göstermesi, denmektedir. Buna bakarak birçok politik kampta yer alan fraksiyon, NATO savunma örgütünü de örnek göstererek, bir küresel-emperyalist genişlemeden söz etmektedirler. Oysa bu tür politik esaslı propagandaları, örnek verdiğimiz Japon veya Hintli umursamaz, gerçek olarak kendi refah ve güvenliğini esas alır. Bütün bu karmaşık tepkiler, etki altındaki veya kendi fikrine hâkim olan farklı bireylerin neyi, nasıl tanımladığının ve nasıl yaşamak istediklerinin tezahürü olarak düşünülebilecek konulardır.
NATO, Temmuz 1990’daki Londra Zirvesi’nde, rakipleriyle karşı karşıya gelmek yerine, diyalog önermeye başladı. İttifak, Rusya dahil tüm Avrupa’ya açık olan, Barış için Ortaklık (PfP) ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi (EAPC) kuruluşlarıyla diyalog ve işbirliğini kurumsallaştırdı. 1997’de NATO ve Rusya, NATO Rusya Daimî Ortak Konseyi’ni oluşturan Karşılıklı İlişkiler, İşbirliği ve Güvenlik Kurucu Yasası’nı imzaladılar. 2002’de bu yasa, NATO-Rusya Konseyi’ni (NRC) metnine yükseltildi ve Kurucu Yasa budur!
Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin ise esasen emperyalist Batı’nın genişlediğini, NATO askerini sınırlarına yığdığını ve bu durumun Rusya’yı tehdit etmek olduğunu iddia ediyor. O halde bu yeni durumda Putin, Avrupa Güvenlik Mimarisi fikrine bir alternatif getiriyor, Avrupa’ya enerji ve ticaret yolları dahil değişik şekillerde bana da muhtaçsınız, diyor ve SSCB dağılırken kendi içinde imzaladıkları Ukrayna dahil, Kafkaslar, Orta Asya ve Doğu Avrupa’daki yeni devletlere, Bağımsız Devletler Topluluğu ile Kolektif Güvenlik Örgütü anlaşmalarına uymalarını hatırlatıyor. Uluslararası İlişkiler yönüyle konuyu tekrar edeyim, Batı tarafı Rusya’ya, benimle imzaladığın taahhüt önemli, kendi iç anlaşmaların sizi ilgilendirir, diyor.
ALTERNATİF ARAYIŞI ve ÇİN
Savunmayı düşünürken değil bölgesel, küresel çapta bazı zorluklar var. Bu zorluklar; savunma harcamalarının artması, silah endüstrisinin yenilenebilme gücü, nükleer silahlar, Rusya ile Çin’in ortaklık kurabilmeleridir. ABD ve ortakları işte bu durumu göz önüne almaktadır. Eğer Rusya ve Çin silahlanıyorlarsa, ki öyle, ABD ve ortakları onlardan daha fazla ve gelişmiş silahı üretmek zorundalar. Bu bağlamda Batı eksenindeki güçler Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) yönünde tutarlı olduklarını, bunun küresel silahsızlanma rejiminin temel taşı, uluslararası barış ve güvenlik için önemli bir role sahip olduğunu savunurlar. Buna karşılık Rusya ise sorumsuz hareket ediyor, yeni tür istikrarı bozan silahlara yatırım yapıyor, nükleer yeteneklerini genişletiyor, nükleer tatbikatlarını hızlandırıyor, AGİT çerçevesinde imzalanan anlaşmalara karşı hareket ediyor, güvenlik ortamı bağlamında şeffaflık ve öngörülebilirliğe katkıda bulunmak yerine gizliden gizliye bu tür tehlikeli gücünü artıran politikaları sürdürüyor.
Özellikle Donald Trump’ın çalkantılı Başkanlık döneminden sonra 2021 itibarıyla Batı dünyası ve tazelenen yeni ortakları; “Batı ülkeleri rakiplerin projelerine mecbur değiller, alternatif projeler devreye konacak,” şeklinde yeni bir politikayı devreye koymaktalar. 2022’den itibaren bu husus daha da belirginleşecek ve gerginlikler bu politikanın çerçevesi içinde yaşanacaktır. Çin’in Kuşak Yol Girişimi’ne (BRI) alternatif Batı kendi girişimini açıklayacaktır (başladılar bile), Avrupa’ya bağlanan Rusya hakimiyetindeki enerji güzergahlarına alternatif Batı’nın kontrolünde yeni imkanlar geliştirilecektir (örneğin bugünlerde ABD, Avrupa’ya Kuzey Akım-2’ye alternatif önerdi). Bu tip alternatif içerikli projeler artacaktır. Deniz ve hava limanları, kara, deniz ve demir yolları… Hint-Pasifik ekseninde QUAD ile yeni imkanlar, Kuzey Kutbu’nun egemenlik ve işletilmesi konusuna Transatlantik yeni tedbirler geliştirecektir. Yeşil Enerji teknolojilerinin uygulamalarında Batı güçlerinin (hükümetler ve şirketler) proaktif çabası yoğunlaşacaktır. İklim bağlamında Paris Antlaşması’nın bundan böyle uygulamasında Batı ekseni Rusya ve Çin’e karşı inisiyatifi elde tutmak isteyecek, Hindistan’a müsamahalı bir tutum sergileyecektir.
Rusya’nın jeostratejik konumu bellidir. Pasifik’ten Atlantik’e uzanan bir coğrafyada kontrolü elinde tutmakla ilgileniyor. Asya-Pasifik’te Çin’in gelişmesi üzerine dengeler değişti. Her ne kadar Mançurya’da aralarında sorunlu toprak olsa da Rusya, Çin ile ortak hareket etmek istiyor. Şangay İşbirliği Teşkilatı (SCO) işlevini sürdürmekte, Asya’da hakim olmak istemektedir. Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping video konferans yaptılar ve anlaşamadığı konular çoğunluktadır. Peşinden Putin ve Xi birbirlerini destekleyecekleri yönünde açıklamalar yapmışlardır. Somut olarak teknolojik silah, örneğin hipersonik füze, üretiminde işbirliği yapacakları konusu öne çıkmıştır.
Bütün bunlar oluyor, olacaktır da. İnsanın olduğu yerde rekabet eksik olmaz. Peki, ben neye bakıyorum? Gerçekten Çin, ABD’yi veya onun savunduğu fikirleri tehdit ediyor mu? Bu tehdit teşkil etme durumunu, ortaklıkları, silahlanması, nüfuz alanını genişletme çabası, diplomatik girişimleri, ekonomik angajmanları, hasılı niyet ve maksadıyla gösteriyor mu, buna bakmam icap ediyor. Çin güçlendi ve artık Çin’in ABD’yi stratejik rakip görmesi söz konusudur. Görünen tablo: Bunu güçlü ulus devlet olarak ifade etmesi; ABD ile Çin arasında birbirine karşıt iki sistemin (Uluslararası Sisteme Açık Liberal Demokrat ABD’ye karşılık, Uluslararası Sisteme Kapalı Otoriter Komünist Çin olarak) varlığının ifade bulması; Çin’in dünyanın diğer tarafına meydan okuyan hırslı bir rakip haline dönüşmesi.
Joe Biden “demokrasi” derken, Çin Komünist Partisi de “ortak kader” demektedir. Çin’in stratejisi nedir? Stratejinin adı: Çin ulusunun “büyük gençleşme”sini tamamlaması. Hedef: 2049. Peki Çin bunu nasıl başaracak? Çin, bu stratejiyi yerel imkanları kullanarak elde edemez, dışarıdan kaynak yaratması gerekiyor. Bu ise bir güç mücadelesi ve meydan okuma manasına gelir. Bu strateji, uluslararası koşulları, Çin Komünist Partisi’nin “ortak kader topluluğu” kavramına uyacak şekilde değiştirme çabası içinde gerçekleşir. Bakınız, bu kavramları, Büyük Gençleşme ve Ortak Kader, Çin kendisi ifade ediyor, dikkat çekicidir. Çin ulusunun büyük gençleşmesini gerçekleştirmek için uluslararası düzeni şekillendirmeye çalışması söz konusudur. Peki bunu neyle yapacak? Kendi ideolojisi ve yönetim biçimini, ki ABD buna kısaca “otoriter sistem” diyor, esası ise Çin Komünist Partisi yönetiminin, Liberal Demokrat ideolojisiyle sorunsuz yaşayabileceği bir sistemi öneriyor. Çin’in 2049 yılına kadar “Çin ulusunun büyük gençleşmesini” gerçekleştirmeye yönelik ulusal stratejisi, Halk Kurtuluş Ordusu’nu güçlendirme emelleriyle derinden bütünleşmiştir.
Çin Komünist Partisi, yeni bir ekonomik strateji, yani “ikili dolaşım” olarak adlandırılan yeni bir “kalkınma modeli” açıkladı. Çin’in dış politikası, “Çin ulusunun büyük gençleşmesini” gerçekleştirme stratejisini destekleyen bir “ortak kader topluluğu” inşa etmeyi amaçlamaktadır. Pekin’in uluslararası düzen için revizyonist tutkusu, ulusal stratejisinin hedeflerinden ve Çin Komünist Partisi’nin siyasi ve yönetim sistemlerinden kaynaklanmaktadır. Çin bu politikaya 2019’da karar verdi, kayda geçti. Ordu, Çin’in dış politikasının önünü açacak türden gelişim içinde olacak. Bu durum Çin’e bir küresel karakter kazandırır. Çin’in ekonomik gelişimi, askeri modernizasyonunu yalnızca daha büyük savunma bütçesi için gerekli araçları sağlayarak değil, aynı zamanda “Made in China 2025” ve “China Standarts 2035” gibi Çin Komünist Partisi liderliğindeki girişimleri teknolojik altyapı ve büyüyen ulusal sanayisinin sistematik faydaları yoluyla destekleyerek gerçekleştirir. Çin, ulusal gençleştirme hedeflerini desteklemek, entegre bir ulusal stratejik sistem ve yetenekler oluşturmak, ekonomik, sosyal ve güvenlik geliştirme stratejilerini birleştirmek için Askeri-Sivil Füzyon (ASF) Geliştirme Stratejisi’ni takip eder.
O halde Transatlantik ile Asya-Pasifik arasındaki gerilim giderek artmaktadır.
Haziran 2021’deki Brüksel Zirvesi’nde NATO Müttefikleri, İttifak’ı modernize etmek ve gelişen şartlara uyarlamak, önümüzdeki on yıl (NATO 2030) ve sonrası için rotasını belirlemek için birlikte daha fazla gayreti göstermeye karar verdiler. NATO’nun bir sonraki Stratejik Kavram’ı, bu zamana ve şartlara uyarlamanın planıdır. Transatlantik, “küresel tehdit ve rekabet” şartlarının arttığı bir zamanda, NATO’da birlikte güçlü durmaya devam etme kararı aldı. Bu maksatla “derin ortaklar” konusunu kayıt altına aldı. Müttefiklerin karşılaştığı güvenlik sorunları, herhangi bir ülke veya kıtanın tek başına yüzleşemeyeceği kadar büyüktür, şeklinde belirginleştirildi. NATO’nun misyonu küresel çapta 1 milyardan fazla insanı korumaya aldı.
NATO gibi, Avrupa Birliği, G7 veya diğer oluşumlara aynı gözle bakmak gerekmektedir. Burada alınganlık göstererek veya küserek hareket etmek yerine, oyunun kuralları belli, rekabeti olması gereken mecralarda sürdürmek yoluyla ilerlemek, politik kurguyu buna göre sürdürmek beklenmektedir. Tek tek bakılırsa, Almanya, Fransa, İngiltere, Amerika, Japonya, Hindistan, aralarındaki zıtlıklar ve savaşlar tarih sahnesinde belli, buna rağmen bugün uyguladıkları politikalarda hem birbirleriyle çok güçlü bir rekabet sürdürmekteler hem de neye karşı olduklarını birlikte görüşebilmekteler. Hedeflerinin ele geçirirlerse, ki soyut ifadeler olduğu açık, bireysel güçlenmeyi ve kültürel zenginliği yakalama yolunda olduklarını teyit ediyorlar.
Bütün bunlardan sonra şunu ifade etmemiz gerekiyor: Türkiye bir NATO üyesi ülkedir, İttifak’ta imzası vardır.
SONUÇ
Peki, bu dünya yaşamında birey olarak bir iddianız olacak mı? Asıl soru budur. Ancak küreselleşme ile birlikte ortaya çıkan yeni standartlar ve yöntemler sürükleyicidir. Zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan, şeklinde ifade ettiğimiz temel durumda değişiklik yoksa da yeni fırsatların hep olabildiğini de kabul ediyoruz. Düşünsenize, daha 20 yıl önce şunlar yoktu ama bugün en güçlüler olarak tanımlamaktayız: iPhone, Facebook, YouTube, Instagram, Twitter, TikTok, Android, Bitcoin, Tesla, iPad, Gmail, Netflix streaming, Amazon Prime, SpaceX, Slack, Reddit, WhatsApp, Messenger, Google Maps, Snapchat, LinkedIn, Pinterest, Chrome, Skype, Spotify, Airbnb, Uber.
Şöyle düşünün, bir otomobil yarışı var, ABD, Rusya ve Çin rakipler. ABD elektrikli motor kullanıyor; bunun karşılığı demokrasi olsun. Rusya konvansiyonel ve Çin hibrit motor kullanıyor, ABD’nin açıklamasıyla bunun karşılığı otokrasi. Yarış başlasın.
Tam bu noktadayken ABD rakiplerine diyor ki; “Derhal pitstop’a girin ve otomobillerinizin motorlarını elektrikliye çevirin ve yarışa öyle devam edin.”
Çin cevap veriyor: “Ben mevcut motorla bu yarışın elemelerini geçtim ve hakkettiğim final yarışına böyle geldim, neden motoru bu kritik anda değiştireyim ki? Hem benim bu yarışta kullandığım motor cinsi hibrit. Her ne kadar Komünist Parti Yönetimi ile buradaysam da esas olan devlet kapitalizmidir. Siz de kapitalistsiniz biz de!..”
Rusya cevap verir: “Benim yaratılışımda oligarşi var, istesem de değişemem, motorum konvansiyonel ve sistemlerim oldukça mekanik. Bu size yenilikçi gelmiyor olabilir ama bana göre oldukça sağlam ve sert!”
Şimdi siz cevaplayın, daha dün küresel demokrasi zirvesi yapan ABD’nin Demokrat Başkanı Joe Biden’ın, küresel güç mücadelesi halinde büyük yarış sürüyorken kural değişikliği istemesi kabul edilebilir mi?
Rakipler motorlarını ne zaman tümüyle elektrikliye dönüştürebilir? Yarış bittikten sonra: Güç mücadelesinde kaybeden iki yarışçı ya yarış dışı kalır ya da mağlup olur.
Şimdi gelin bu büyük rekabeti zamanımıza uyarlayalım. Detaylandırmadan bugüne ait olanı ifade edelim.
ABD VE RUSYA (UKRAYNA) GERİLİMİ
“ABD ve Rusya arasındaki gerilim artıyor.” Asıl konu bu şekilde açıklanırsa daha doğru olur.
Deseydim ki, “Ukrayna meselesi üzerine ABD ve Rusya gergin haldeler,” bu da doğru olurdu ama bu haliyle sorunu görünür yönüyle lokalize eden bir cümle kurmuş olurdum. Şu an için somut konu Ukrayna elbette.
Son noktalara gelindi; ABD, NATO ve Avrupa, Ukrayna’yı Transatlantik grubu içine dahil ediyor ve bu süreyi Rusya’dan gelebilecek karşı baskıyı bir ateşli savaşa dönüştürmeden geçirmek.
Ya sonra? Sonra Belarus sırada elbette.
ABD’nin İki Ayaklı Küresel Stratejisine göre durum şöyle: (Birinci ayak,) NATO genişlemesini sürdürüyor, Avrupa Rusya’yı sıkıştırıyor, ABD gücünü Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın en hareketli bu bölgesinde kuvvetlendiriyor. ABD ve Rusya belli ölçülerde anlaşma zemini yakalayana kadar sürtüşmeler devam edecek. (İkinci ayak,) Bir anlaşma olunca ABD bloğu, ortakları ve ittifakı ile beraber Kuzey Buz Denizi, Kamçatka ve Hint-Pasifik eksenine odaklanacak, hedef Çin! Bunun zamanı 2040’ları bulacak.
Yakın zamandaki önemli gelişmelere bakalım. Joe Biden Rusya lideri Vladimir Putin ile görüştü. Sonuç ne? Anlaşamadılar!
Biden, Putin’den şunu talep etti: “Ukrayna NATO’ya giriyor, sertlik istemiyoruz. Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunuyoruz (‘sarsılmaz destek’). Donbas bölgesi Ukrayna’nındır. Kırım bölgesindeki Rus işgali sonlandırılmalıdır. Bu olmazsa ABD, Rusya’ya ekonomik yaptırımlara başlayacaktır.”
Putin cevapladı: “Bir askeri örgüt olan NATO’nun Ukrayna’da üslenmesini Rusya’ya tehdit ve saldırı şeklinde kabul ederiz ve karşılığı olur.”
Durum ne? Sertlik, gerginlik. Abartılı propaganda başlatıldı, nükleer savaşa hazırlanın deniyor. Bu demek oluyor ki sertlik konvansiyonel şekilde görülecek bir durum. Dün Kerç Boğazı’nı zorlayan Ukrayna zırhlısı bir deneme yaptı. Bir sonrakinde Rusya tarafından ateş açılabilir!
Belarus-Polonya sınırında göçmen krizi devam ediyor.
Avrupa buna “Hibrit Savaş” dedi.
Rusya, Baltık’taki Kuzey Akım-2 doğalgaz boru hattını işletmek istiyor. Rusya Kaliningrad’daki askeri birliklerini harekete geçirdi.
Böylelikle boydan boya, Baltık, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Karadeniz ısındı.
ABD lideri Biden, dün önce Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ve daha sonra Bükreş Dokuzu (Polonya, Romanya, Estonya, Bulgaristan, Çekya, Macaristan, Slovakya, Litvanya ve Letonya) ile görüştü. Kabul edilen ilke: “Ukrayna olmadan Ukrayna hakkında karar ya da istişare olmaz. NATO’nun 5. maddesine bağlıyız.”
Bütün bunların amacı, öncelikle Putin’i Zelenskiy ile bir anlama zeminine çekmektir.
ABD VE ÇİN
Joe Biden yöntemi hesaplarını 2040 yılına göre yapmaktadır. Ama hangi ABD? Elbette yenilikleri ve gerçekleştirilen dönüşümleri bünyesine kazandırmış bir Amerika. Çin bunun farkında ve hızla kendini yeniliyor. Yarış bu kapsamlı yenilenme ve dönüşüm sürecinde oluyor.
ABD şöyle istiyor: Çin, Batı tipi demokrasiye dönüşsün, Devlet kapitalizmini yani Komünist Parti iktidarını bir kenara koysun. Japonya, Güney Kore veya Singapur gibi olsun. Tayvan, Hong Kong veya Uygurlar ile ilgilenmesin. Hem dolar kullanmaya devam etsin, Fed ne diyorsa öyle yapsın. Demokrasi olduktan sonra, toprakları yönetmek fikrini terk etsin, özgürlük yeter desin… Biden’ın verdiği mücadelenin Çin ayağındaki hedefin basit açıklaması budur. Yoksa ABD elitleri tarafından Çin ekonomisiyle ilgili büyük bir sorundan bahsedilmiyor. Tedarik zincirleri küreselleşsin, finans hızla her istikamete aksın isteniyor.
Ancak Mao Zedong ve Jiang Zemin’den sonra Çin’in üçüncü önemli ismi olmayı hak eden Komünist Parti Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı Xi Jinping’in iddiası ise 2040 yılına kadar Tayvan sorununu kendi lehine çözmek, ortak kader ülküsü etrafında genişlemek, küresel ticarette engelleri kaldırmak ve finans sistemi içinde rezerv güç olmaktır. Bu anlayışla Komünist Çin’in Devlet kapitalizminde kalmaya devam etmek istediği anlaşılıyor.
SONUÇ
Küresel yarış sürüyor, her başat güç ortaklıklarıyla beraber elde ettikleri bütün imkanlarını sahaya sürüyor, yarış her dönemeçte ayrı bir tehlikeli an yaşatır cinsten sona doğru ilerliyor, yarış bitene kadar hemen herkesin yüreği ağzına gelecek kadar etki yaratacak.
Büyük yarışta bugünlerde Ukrayna dönemecine giriliyor. Rüzgar, yağmur, kar (başka ifadeyle koronavirüs, iklim değişikliği) gibi etkiler bastırmışken bu virajdan kimler nereye savrulacak göreceğiz.
Yarış 2040’larda son virajlara girecek, belki de 2050’lerde bitecek. Buna göre hazırlıklı olmak gerekiyor.
Geçtiğimiz gün Birleşik Arap Emirlikleri Şeyhi Muhammed bin Zayed Al Nahyan (dünya MbZ kısaltmasıyla anıyor) Ankara’ya geldi ve bir dizi finans ağırlıklı anlaşmalar gerçekleştirdi. Öncesi var elbette, arka kapı diplomasi deniyor, bu şekilde ziyaretin ön çalışmaları yapılmış. Şimdi bakalım, BAE nasıl bir ülke, Türkiye ve bu ülke arasında tartışma yaratan konular, yapılan anlaşmaların ayrıntıları, ekonomik kondisyonlar ve sonuçta ne diyebiliriz, bu bir yeni dönem ise neler beklenmeli?
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)
BAE nasıl bir ülke? Basra Körfezi kıyılarının kabile devletlerindendir. İngiltere XIX. YY’da tüm bölgenin savunma ve dışişleri konularını kontrol etti. Abu Dabi başta bölgedeki kabilelerden altısı daha birleştirildi, ülke 1971-72’de Birleşik Arap Emirlikleri adı ile tanımlandı. Abu Dabi’de Dubai başkenttir ve bölgede de en gözde kent olarak ziyaret edilir. Aslen Londra eksenli bir küresel politika merkezidir.
BAE ekonomisi 30 yılı aşkın bir süredir petrol ve küresel finans piyasalarını etkiledi. 2008-09’da petrol fiyatlarının ve emlak fiyatlarının düşüşü ve uluslararası bankacılık krizi birleşerek BAE’de önemli bir kriz yaşandı. Ortadoğu’da geniş bir coğrafyada etkili olan Arap Baharı, BAE’yi etkilemedi. Emirlikler bu dönemde büyük bir mali kurtarma operasyonu geçirdi. Emirliklere 1.6 milyar dolar dağıtıldı.
Yaklaşık 10 milyon nüfusu var. Ancak nüfusunun dağılımı (2015) ilginç; Emirlikler toplamı yüzde 11.6; Güney Asyalı yüzde 59.4; Mısırlı yüzde 10.2; Filipinli yüzde 6.1; diğer yüzde 12.8. Buradan anlaşılan şudur, Emirlikler dışında kalan yüzde 90’lık çok büyük bir nüfus dışarıdan.
GSYİH’sı 421.1 milyar dolardır (Dünya Bankası, 2019). Kişi başına 67.119 dolar düşmektedir. GSYİH’nın yaklaşık yüzde 6’lık bölümünü savunmaya harcar. (Türkiye’nin savunma harcaması oranı yüzde 2’nin altındadır, hem üreticidir.) 2019 yılında 248 milyar dolarlık ihracatı vardır. İhraç ürünleri; ham petrol yüzde 45, biraz doğalgaz ve asıl olarak re-export şeklinde gerçekleşir. Önemli miktarda elektriği dışarıdan alır. Ham petrol üretimi günde 3.2 milyon varildir (2018). Bunun yaklaşık yüzde 80’lik kısmını ihraç eder. Çıkan doğalgaz kendine yetmez, dışarıdan bir miktar alır.
Bu tür petrolle geçinen ülkelerin hemen hepsinde (Suudi Arabistan’dan Rusya’ya böyledir,) iki maliyesi vardır. Birisi bilinen resmi maliyedir. Devlet içi çarklar bu hesapları bilir. Diğer hesap ise başkanın, emirin veya başka kisvedeki liderin kontrolündedir. Ülkede bu meblağ bir hayli yüksek seviyelere ulaşır ise paranın kontrolünde başka güçler de lidere etkide bulunmak isterler. Bu kritik nokta iyi bilinmelidir. Hatta sürdürülen örtülü harcamalar başka pazarlıkların konusu olur. Bu da başkalarının haklarıyla alakalıdır.
Ülke yabancıların mülk edinmesine açıktır ve sıfır vergi imkânı sunar, serbest ticaret bölgeleri yabancı yatırımcıların ilgisini çeker. Abu Dabi her türlü para giriş çıkışına açık bir ticaret ve finans merkezidir. Bir gün petrol gelirlerinin biteceği bilindiğinden alternatif cazibe konuları üzerine planlar yapılmaktadır. Kısa/orta vadeli planlar içinde görülenlerden bazıları şöyle; ekonomik çeşitlendirme, BAE’yi küresel bir ticaret ve turizm merkezi olarak teşvik etme, endüstriyi geliştirme ve gelişmiş eğitim ve artan özel sektör istihdamı yoluyla vatandaşlara daha fazla iş fırsatı yaratma. Teknoloji (yeşil enerji, sağlık, e-ticaret…) yatırımı bu nedenle önemsenmektedir.
BAE’nin stratejisi nedir? Liderleri Al Nahyan’ın itici gücüyle aktif ve müdahaleci dış politika üretilmesi, Arap dünyasında İslamcı hareketlere ve teröre karşı kampanyaların yürütülmesi.
Al Nahyan nasıl bir liderdir? İngiltere’de Kraliyet Askeri Akademisi’nde okumuştur. Benim diyen savunma bakanından veya genelkurmay başkanından daha iyi strateji ve savaş bilir. Arap kültürünü ve küresel sermaye ile işbirliği yapmayı iyi bilir.
BAE’yi kolayca nasıl açıklayabiliriz? Transfer ülkedir. Neyin transferini yapar? Politikanın transferi bakımından; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da (MENA) Batı politikalarını uygulamak için transferdir. Ticaretin transferi bakımından; Çin başta olmak kaydıyla Uzakdoğu ile Batının karşılıklı ticaretinde transferdir. Finans transferi bakımından; Londra merkezli finansın kullanımına bölgesinde ve küresel çapta aracılık eder. Askeri stratejinin transferi bakımından; Batının terörle mücadele ve çıkarlarına dayalı operasyonlarına harekât ve lojistik açılardan destek verir ve katılım sağlar.
Askeri kapasitesi nasıldır? Güçlü bir ordusu vardır. Kara, deniz ve hava kuvvetleri moderndir. Hava kuvvetlerinin intikal kabiliyeti yüksektir, tanker uçaklarıyla F-16 ve Mirage uçaklarına ikmal yapabilir. ABD’den F-35 satın almak için talepte bulunmuştur. Basra Körfezi, Arap Yarımadası (Yemen dahil) ilk ve asıl sorumluluk ve görev alanıdır. Bu çemberin dışında BAE silahlı kuvvetleri unsurları Afganistan, Doğu Akdeniz, Libya, Suriye’de çeşitli tatbikatlarda ve görevlerde varlık göstermiştir.
Konu edildiğinden ilavem olacak, çünkü önemlidir. Donald Trump Ortadoğu’da Normalleşme ve İbrahim Anlaşmaları karşılığında (İran’ın olası karşı taarruza önlem bakımından,) BAE ile 50 F-35 ve 18 MQ-9 S/İHA anlaşması yaptı. İsrail buna gerek olmadığını ifade etti. İsrail’e göre Körfez’de F-35 olmamalıydı. (Bilindiği gibi İsrail baskısıyla Türkiye de F-35 projesinden çıkarıldı ve Ortadoğu ile Doğu Akdenizde halen bir tek İsrail Hava Kuvvetleri F-35 sahibidir. Türkiye meselesinde S-400’lerden en fazla rahatsız olan İsrail idi ve ABD, özellikle Senatör Bob Menendez’in gayretiyle, bu konunun Türkiye aleyhine gelişmesine neden oldu.) İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkelerinin silah programlarını yakınen takip eder. İsrail, Joe Biden yönetimine F-35 verilmemesi gerektiğini işaret etti, zaten Normalleşme konusu sorunsuz ilerlemişti. Halen ABD F-35 ve MQ-9 satışını gerçekleştirmedi. Bundan Al Nahyan rahatsız oldu. Dengelerin değişmesi kendini aldatılmış hale getirdi. Bu konu önemliydi! Yakında Al Nahyan Türkiye’ye SİHA siparişi bile verebilir.
Yaşananlar ve İddialar
İlişkiler ne zaman bozuldu? Recep Tayyip Erdoğan’ın Dünya Ekonomik Forumu 2009’daki “One Minute” çıkışından bu yana geliştirilen tüm bölgesel stratejik ve askeri politikalarda, İsrail ve BAE ile Türkiye karşı karşıyadır. Genel kanaate göre belirgin olarak 2011 Arap Baharı sonrasında BAE ve Türkiye arsındaki ilişkiler soğumuş, bazen durma noktasına gelmiş, bazen de liderler çok sert açıklamalar yapmışlardır.
İki ülke arasında anlaşmazlık yaratan konulara bakıldığında neler görüyoruz? Arap Baharı ve Müslüman Kardeşler konusu, BAE’nin 15 Temmuz FETÖ darbe girişimini desteklediği iddiası, 2017’de Katar’ın tecrit edilmeye çalışılması, Libya’da darbeci Halife Hafter’in desteklenmesi, Suriye’de ABD ve Suudi Arabistan ile birlikte DAEŞ’e karşı mücadele adı altında PKK/YPG’ye maddi destek sağlanması, Yemen’deki Suudi liderliğindeki askeri faaliyetlere destek verilmesi, BAE-İsrail anlaşmaları, Filistin davasına destek verilmemesi, İbrahim Anlaşmaları ve İsrail’in “Normalleşme” sürecine aktif katılım sağlanması, BAE’nin Mısır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile işbirliğine girmesi, askeri ve stratejik ortaklık yapmaları…
Arap Baharı’ndan bugüne Türkiye’de iç politik alanda neler yaşandı? Terör, casusluk, kumpaslar, darbe girişimi, kalkışma, keskin politik tartışmalar… Türkiye için özellikle 2009-2016 arası çok zor geçti. Bunlar güvenlik, beka, politika, başlıklarıyla ele alınan konulardı.
Türkiye Ekonomisinde Yaşananlar
Diğer yandan ekonomide de önemli darboğazlar oldu. En önemlisi döviz kurları ve enflasyon başlıkları hakkında gelişti. Örneğin, 1 Mayıs 2013’te ABD doları 1.89 TL iken, tedricen arttı; 1 Nisan 2018’de ABD doları 4.89’dayken, 1 Ağustos 2018’de 7.22 TL’yi (artış yüzde 67); benzer biçimde son günlerde görüldüğü üzere, 1 Eylül 2021’de ABD doları 8.95’teyken, 23 Kasım 2021’de şaşırtıcı artışla 13.45 TL’yi gördü (artış yüzde 66).
Küresel etki üreten Covid-19 sürecine girerken Türkiye’de dolar 5.91 TL civarındaydı, bugün 12.01 TL’dir (artış yüzde 49). Bu zaman içinde Türkiye’de ekonomiyi canlandırmak için yaklaşık 70 milyar TL basıldı ve iç piyasaya çeşitli şekillerde (canlandırma, destekler, krediler, vs.) sürüldü.
Aynı periyotta BAE para birimi dirhem (AED) ile ABD doları arasındaki paritede artış nedir? Değişim yok! Covid-19 başlarken ABD doları 3.67 AED idi, şimdi de aynıdır. O halde pandemi süresince Türkiye döviz yönüyle yarı yarıya kayıp verirken, BAE aynı seviyede kaldı. (Türkiye büyüme oranı ve ihracat verileri bakımından dünyada ilk sıralardadır.)
BAE ile bu son artışın ne ilgisi olabilir? Yok! Sadece şu tesadüf var, ziyaretin isabet ettiği tarihte Türkiye’de ekonomik açıdan önemli güçlükler yaşanıyordu ve BAE ile yapılan anlaşmalar finans konusu üzerine oldu. Bu durum ister istemez insanlara ne kazandık ne kaybettik sorusunu sordurdu.
Türkiye-BAE Arasında Yapılan Anlaşmalar
24 Kasım 2021 itibarıyla Türkiye ve BAE arasındaki anlaşmaları hatırlayalım. Abu Dabi Liman Şirketi ile Türkiye Varlık Fonu, Abu Dabi Kalkınma Holding (ADQ) ile Türkiye Varlık Fonu, Abu Dabi Kalkınma Holding ile CB Yatırım Ofisi, TC Merkez Bankası ile BAE Merkez Bankası arasında işbirliğine yönelik, Abu Dabi Menkul Kıymetler Borsası ile Borsa İstanbul arasında da bir mutabakat, iki ülkenin gümrük ve çevre konularında işbirliğine dair mutabakat anlaşmaları imzalandı.
Anlaşmaları biraz daha açalım. Kalyon Grubu (yenilenebilir) güneş enerjisi, CCN Grup sağlık yatırımı yapacak. Bunlar stratejik ve teknolojik yatırım olarak isimlendirildi. Finans alanında da anlaşma yapıldı. Buna BAE ve Türkiye arasında potansiyel swap anlaşması denebilir. Türkiye bu swap anlaşması yapma konusunu Türk Lirası’nı güçlendirmek için bir yöntem olarak görmektedir. Amaç döviz kaynağı oluşturmaktır. (Daha önceden Çin ile 6 milyar, Katar ile 15 milyar ve Güney Kore ile 2 milyar dolarlık swap anlaşması yapmıştı.)
Yakın zaman önce BAE kurye şirketi Getir’e ve e-ticaret şirketi Trendyol’a yatırım yapmıştı. Bu durumda ziyaret öncesinde BAE, Türkiye’de bazı şirketleri satın almak için aksiyona geçmişti diyebiliriz.
ADQ teknoloji şirketlerine fon oluşturmak için yatırımını belirginleştiriyor. BAE tarafından bu yatırımı desteklemek için 10 milyar dolarlık fon ayrıldı.
Değerlendirme
O halde soralım, BAE, Türkiye’nin sorumluluk ve ilgi alanındaki uluslararası ilişkiler konularına olan yaklaşımında değişiklik yapacak mı? Hayır. Bu yapılan anlaşmalar zamanlama olarak BAE ile ilişkilerde geri adım atılmayacak noktadadır. Daha bir hafta önce BAE, Doğu Akdeniz’deki Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Mısır ile ortak Medusa askeri tatbikatını gerçekleştirdi. Büyük ihtimalle çok yakın zaman sonra yapılacak Libya’daki seçimlere etki edecek ve Türkiye aleyhinde sonuç alınacak politikacıları destekleyecektir. Daha başka konular, Filistin, Suriye, vs. Hatta denebilir ki BAE bundan böyle Türkiye alanındaki meselelerde daha cesaretle davranışta bulunabilir.
Ancak ziyaret sonrasında taraflarca ne dendi? “BAE ile yeni bir döneme girildi.” Yeni dönem ne getirecek?
Dış politik konularla ekonomik konular tamamen farklı kulvarlarda ilerleyecektir. Buna rağmen dış basında çıkan haberlerde (örneğin; Reuters, AP, Al Jazeera) şöyle diyor: Türkiye, Mısır, BAE ve Suudi Arabistan ile “normalleşme” sürecinde. Buna bir ilave yapalım, geçtiğimiz hafta haberlerinin alındı, Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşma emareleri var. Demek ki bu ülke ile de belli bir diplomatik yakınlaşma kapısı açılacaktır.
Son soru: Sizce Abu Dabi Türkiye bölgesinde ne tür bir transferin peşinde olabilir?