Av.Cem Bayındır

Av.Cem Bayındır

05 Nisan 2021 Pazartesi

ELAZIĞSPOR

ELAZIĞSPOR
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Neredeyse elli beş yıl olacak Elazığspor kurulalı. Elazığspor tarihini yazan kaynaklara göre 24 Mart 1967’de Merkez Gençlik, Güvenspor ve Harputspor kulüplerinin birleşmesiyle kurulan takımımız ne yazık ki bugün çok güç günler yaşıyor.

Kulübün sitesine baktığımda da benzer bilgilere rastlıyorum. Oradaki bilgilere göre, Elazığspor, 3. Lig’de 1974-75, 1982-83, 1985-86, 1989-90 ve 1994-95 sezonlarında şampiyon olarak 2. Lig’e yükselmiş, 1995-96 sezonunda da klasman birincisi olarak ‘Ekstra Playoff’ karşılaşmalarında mücadele vermiş, 1997-98, 1998-99, 2000-01 sezonlarında playoff gruplarında yer almış, 2001-2002 sezonunda 1. Lig şampiyonu olarak tarihinde ilk kez Süper Lige yükselmiştir. İki sezon oynayıp düşen takımımız 2011-2012’de yine şampiyon olarak Süper Lige çıkmışsa da kalıcı olamamış.

Bir zamanlar en sıradan maçlarda bile stat tıklım tıklım dolar, seyirci devinimi hiç bırakmazken, sonradan seyircinin de terk etmesiyle takım yalnızlaşmış, kötü yönetimler, altyapıların önemsizleştirilmesi, niteliksiz oyuncu transferleri, siyasetçi ve sanayicilerin ilgisizliği ile kulüp çökme noktasına gelmiştir.

Çocukluğumda Keban’dan otobüslerle gelişimizi, neşeli yolculuklarımızı, Aydın Can ağabeyimiz başta olmak üzere takıma gönülden bağlı taraftarların sevinç ve üzüntülerini hiç unutmuyorum.

İlk gittiğim maç ise Rapid Bükreş takımıyla yaptığımız ve yenildiğimiz bir hazırlık maçıydı ki o maçta bile inanılmaz bir seyirci vardı. Bir de çok iyi anımsıyorum sanıyorum 1997-98 sezonun ilk maçlarından birine kapalı bileti almış gidecekken, o sırada Elazığ’da bulunan dayım o zamanki Kanal D genel müdürü Ahmet Çelenk ve dayımın tanıdığı, Elazığ’a bir düğün için gelmiş olan sanatçı Mahsun Kırmızıgül de benle birlikte maça gelmek istemiş ve kapalı tribünlerine gelmişler ve seyircinin heyecanını ve coşkusunu görünce ikisi de hayretler içinde kalmışlardı. Tabii o dönemler çok meşhur olan Mahsun Kırmızıgül’ü tribünde görüp de şaşıranlar da coşkuyu iyice artırmış olsa da attığımız iki gol ve galibiyet hepimizi müthiş mutlu etmişti.

Ayrıca gençliğimde birkaç kez 1990’ların başında binlerce Elazığsporlunun saha olayları nedeniyle Gazi Caddesindeki haklı protestolarını görmüşümdür ki bu olaylar sadece Brezilya ve Arjantin gibi Latin ülkelerde olur sanırdım. O zaman Elazığspor sevgisinin Elazığ insanında bir yaşam gücü olduğunu, yaşamın bir parçası olduğunu anlamıştım. Ancak bugün o günlerden eser yok. Şimdilerde alt kümelerde kalma mücadelesi yapan takımın ligde kalması güç olsa da umarım gençler başaracaklar ve yeniden bir yükseliş dönemine gireceklerdir.

Bu sezon maçları hiç izleyemedim ama kentin ciddi yazarları Coşkun Kamaç, Vehbi Coşkun gibi usta spor yorumcularını ve değerli arkadaşım Halit Ziya Ağcabay ile Ceyhun Gül’ün birçok yazısını ve programını takip ettim. Her sene yapılan onlarca transferin yanlışlığı, alta yapılara değer verilmemesi, istikrarsız yönetimler, stadın birden bire yıkılarak takımın dışarılarda maç yapmaya mahkûm edilmesi ve en çok da parasızlık nedeniyle aldığımız cezalar, puan silmeler, bir günde 30 transfer yapmak gibi gariplikler, transfer yapma yasakları bugün bizi bu duruma getirdi.

Ben bugünden tezi yok hemen alt yapılara önem verilmesini, stadın bir an önce bitirilmesi için girişimlerde bulunulmasını yapılması gereken ilk adımlar olarak görüyorum. Bunlar olmazsa olmaz öncelikli eylemlerdir. Son yirmi yıldır, transfer, hoca değişikliği vb işlerle başarı beklemek sadece günü kurtarırdı, şimdi günü de kurtarmıyor. İstikrarlı işler, bilimsel çalışmalar, oyuncu yetiştirip satabilmeler, gelir getirici işler, işleyen bir sistem olmadıkça çözüm olanaksız.

Bilirsiniz Fransız İmparatoru General Napolyon Bonapart yenildikleri Waterloo Savaşı sonrası, emrindeki komutanlardan Le Rougeaud lakaplı Mareşal Michel Ney’e savaşı neden yitirdiklerini sorar. Komutan Ney: “Çok neden var Sayın Napolyon” der. Napolyon saymasını ister. “İlki barutumuz bitti efendim, ikincisi…” sözünden sonra Napolyon onu susturur. Artık gerisini saymasına gerek kalmamıştır. Burada da takımı ayağa kaldırmanın ilk ve tek yolu stadın bitmesi ve altyapıya önemdir. Bunlar olmazsa ötekilerin önemi kalmayacaktır.

Ben üzerine ölü toprağı serpilmiş bir türlü bu durağanlını atamayan Elazığ kentinin her alanda geriye gidişinin spora da yansıdığını düşünüyorum.

Yetkin yerel yöneticiler, yetkin akademisyenler ve yetkin sporcular eliyle, kurumsal bir yapı oluşur akıl ve mantık ön plana alınırsa, Elazığspor küme düşse bile -en kısa sürede Elazığlının mücadeleci yapısını iyi bildiğimden- tekrar ayağa kalkacaktır, bundan kuşkum yok.

İnşallah bu düşüncelerim gerçekleşir de biz yeniden doğmayı kutlar ve 55. Yılımızı nice başarılarla geçirir, Cumhuriyet Meydanı’nda klarnetler eşliğinde halaylarla, Çayda Çıra’yla kutlar, bunu düşümüzü gerçekleştirecekleri de hayranlıkla alkışlarız.

Avukat Cem BAYINDIR

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

SPOR YORUMU

SPOR YORUMU
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Dün akşam Süper Lig maçları sonrası bir büyük kulübün yöneticisi, çok heyecanlı, daha çok lise 2. sınıf öğrencilerini andıran iki gencin basına yaptıkları açıklamaları dinledim. Bu iki genç yönetici  fanatik takım tutanlar gibiydiler ve bazı terör örgütlerinin kendi kulüpleri aleyhine özellikle “ofsayt çizgilerini yanlış çizerek sporda kaos çıkarmak istediklerini” yana yakıla anlattılar. Ben konunun illuminatiden, tapınak şövalyelerine kadar gideceğini düşündüm ama şimdilik orada kaldılar.

Bu durum bana şunu öğretti: Tüm kulüpler, özellikle de büyük takımlar yöneticilerini kesinlikle deneyimli ve toplumun bildiği, tanıdığı, adıyla sanıyla ağır insanlardan seçilmeli. Bu her takım için gerekli. Yani, ister dünyanın en zengini, en başarılısı, en iyi şirket yöneticisi, iş dünyasının altın çocuğu olsun, hiçbir kulüp, holigan taraftar modunda yönetilmemeli.

Böyle liseli gençler kulüp yönetimlerinin içinde bulunabilirler ama spor sistemini bilen, sakin, sağ duyulu, deneyimli adların yanlarında işi öğrenmek için olmalılar sadece.

Tabii, twitter’e, facebook’a sosyal medyaya, televizyonların show dünyasına yönetici seçiyorsak o başka.

Dün oynanan maçı sadece yöneticiler değil onlar gibi milyonlarca insan izledi. Ancak maçtan sonra bu genç yöneticiler, ellerinde kanıt olduğunu, VAR hakemlerinin terör örgütleriyle ilgisinin olduğunu buna dair belgeleri olduğunu iddia ettiler. Bir kere bizim ceza yasamıza göre suçu ve suçluyu bilip de bildirmemek de suçtur. Neden, bildiğinizi anlatmak için maç sonunu beklediniz? Neden televizyonlarda konuşacağınıza gidip de savcılığa, mahkemelere, federasyona ihbarda bulunmadınız?

Sen, ofsayt çizgilerini yanlış çizerek kaos çıkartmak isteyen terör örgütünü biliyorsun ama maçın sonunu bekliyorsun… Suçu ve suçluyu bilip bildirmemek Türk Ceza Yasası’na göre suçtur. Tabi bu iddialarını kanıtlayamazsan o da bir başka suça “iftira”ya girer.

Öğrendim ki tahkim kurulu iki gün önce PFDK’nın 11.03.2021 tarihli E.2020-2021/804 K.2020-2021/994 esas dosyasıyla bu ergenin cezasını kaldırmış, ödüllendirmiş, maç sonrası konuşmasına yarımcı olmuş…

Şimdi bu gence göre ortada kaos yaratmak için ofsayt çizgilerini yanlış çizen teröristler var, bilgileri de ellerinde: liseli genç kaybettiği bir maç sonrası iddiada bulunuyor, bilgileri o anda, devre arasında filan öğrenmiş değildir herhalde, ligin dibindeki açık ara en kötü takıma yenilmemiş olsalar sesini çıkartmayacak ve ofsayt çizgilerini yanlış çizen bu teröristler “kaosa devamke” diyecekmiş o zaman.

Taraftar çok şey söyler, bağırır, kızar ama yönetici az konuşur, sakin kalır, yenilgilerde bile sinirlerini korur, konuştuğunda da hakkını vererek konuşur yani ne zaman nerede konuşması gerektiğinin bilincindedir.

Tecrübe edilmiştir ki, ne zaman biri ya da bir kurum yöneticisi, kabahati kendinde aramaz, hep dışarıyı, başkasını suçlarsa, artık onun sorunu çözmesi mümkün değildir. Çünkü esas sorun dururken sığındığı gerekçelerden bir çözüm bulmaya çalışmak boşunadır ve baş sorun kendisi olmuştur.

Bugün internet üzerinden bu ergenin yöneticilik yaptığı kulüp açıklamasına göre gördüm ki,  somut bir geçerliliği olmayan, en ufak bir kanıtı olmayan iki ergenin yöneticiliği bu kadar olur ki dedirtecek şekilde, delil olarak Beyaz Tv adlı bir kanalın spor programı olup olmadığı bile tartışılır bir programında yorumculuk yapan, komplo teoricisi eski bir hakemin geçen yıl Ekim ayındaki duyumlarını göstermişler. Güler misin, ağlar mısın?

Bu türden hayali düşman yaratılarak, kendilerine inanacak az sayıda taraftarı aldatmaları sadece günü kurtarır ama koca kulübe büyük zararlar verir. Her başarıda ekranlara çıkmayı marifet sayan tüm kulüplerin bu türden yöneticileri başarıların nedenini kendileri olarak görür, her başarısızlıkta da bunu dış etkenlere bağlarlar.

Siz artık başarısızlıkta istikrar kazanmış bir yönetim olduğunuzun ayırdında değilsinizdir. Çünkü sorunu başka yerde aramak teşhisi, tedaviyi, çözümü de olanaksızlaştırır.

Yenilgiler geçer, işler düzelir, takımlar kendini toparlar, her şeyin bir gün yoluna gideceği mutlaktır ama bunun için böyle ergen kafalardan kurtulmamız ilk koşul. Bu benim tuttuğum takım için de geçerli rakip kulüpler için de.

Saygılar sunuyorum.

Avukat Cem BAYINDIR

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

SÓCRATES

SÓCRATES
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Önceki yazılardan birinde 1986 Dünya Kupası’nı anlatırken adından övgüyle söz ettiğim Sócrates gerçekten yeşil sahalarda ender görülebilecek bir eğitim yapmış, kariyerli, zeki deyim yerindeyse düşünce ve beyin adamıydı.

Sahanın içerisindeki her hareketi akıl ve zeka içerir, rakibe saygılı tutumu, ciddi tutumu ve insancıl duruşu ile örnek bir futbolcuydu.

Asıl adıyla, Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira, 1982 ve 1986 Dünya Kupalarındaki maçlarda tanıdığım büyük bir futbolcuydu. 1954-2011 yılları arasında yaşamış, fiziği, uzun boyu, karmakarışık saçları ve kirli sakalıyla dikkat çekiciydi. “Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay… Siz zoru başaracak, Brezilya’ya demokrasi şampiyonluğunu getireceksiniz.” sözlerinin sahibi Dr. Sócrates 19 Şubat 1954 doğumlu ülkesinde neredeyse en önemli simgelerden biri.

Babasının felsefeye ilgisi ve bir kütüphanede kitaplarla içiçe çalışan bir emekçi olması bu adı almasında bir etken olsa gerek. Kaldı ki öteki erkek kardeşlerinin de adları Antik Yunan’dan: Sofokles ve Sostenes.

Sokrates; yaşama ayrı yönden bakan; tıp ve felsefe eğitimi almış büyük bir futbolcuydu. 1974 yılında ülkesi Botafogo’da futbola başlamış, sonra Corinthians’ta oradan da 2 yıl Fiorentina ve yeniden Brezilya’da Flamengo, Santos ve ilk kulübü Botafogo’da da kısa bir süre oynayıp futbolu bırakmıştı.

Evet, Sócrates aynı zamanda bir tıp doktoruydu. Faculdade de Medicina de Ribeirão Preto gibi ciddi bir okulu bitirmiş; futbolu bıraktıktan sonra, ülkesindeki yoksul kesimlere hiçbir ücret almadan doktorluk yapmıştır. Bu bize yönü Che Guevara’yı anımsatıyor.

Sócrates, tıp yanında felsefe doktorası da yapmış bir felsefe doktoruydu aynı zamanda. Tıpkı Antik çağdaki Sócrates’in günümüzdeki ete kemiğe bürünmüş bir haliydi:

Ben futbol oynarken aynı zamanda tıp da okuyordum. Herkesten daha çok yenilikçi olmak zorundaydım. Eğer tıp okumamış olsaydım, yetenekleri daha sınırlı bir oyuncu olurdum.”

Bu önemli oyuncu Sócrates’in yayımlanmamış günlüğü ve gazete ve dergilerdeki söyleşilerini kitaplaştıran Andrew Downie adlı yazarın bu yapıtı, her sporseverin okuması gereken bir kitap. Futbolcunun ailesi, yakın çevresi, takım arkadaşlarıyla yapılan söyleşiler ile hazırlanmşı bu kitabın adı: Doktor Sócrates: Futbolcu, Filozof, Efsane.

Doktor Socrates

Gerçekten de Dr. Sócrates öteki oyunculardan ayrı bir kişilik, çok zeki, bilgili, eğitimli ve herkese karşı saygılıydı. Oynadığı süre içinde parayı değil, halkı için, insanlık için oynamayı erdem saymış, futbolunu herkes için oynamıştır. Onun futbola bakış açısı şu sözlerinde saklıdır: “Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha önemlidir.

Siyaset ve toplumsal yaşamda da onun kadar öne çıkan bir futbolcu hiç olmamıştır. Bizdeki Galatasaraylı rahmetli Metin Kurt gibi o da emekçiden emekten yana, insanın insanca ve eşit yaşaması için çalışan bir düşünceyle yoğrulmuştu. Sócrates felsefe, ekonomi, siyasetle de yakından ilgiliydi. Ömrü boyunca, birçok gazete ve dergide bu konularda yazılar yazdı, öncülük etti.

Corinthians Demokrasisi adını verdiği projesiyle malzemecisinden başkanına herkesin eşit söz sahibi olduğu bir yönetim biçimi sunmuştu kulübüne. Brezilya’da ülke diktatörlükle yönetilirken Sócrates’in tavrı ise demokrasiden yanaydı.

Yine, 1982’de Sócrates’in öncülüğünde takımı, Brezilya’daki baskıcı yönetimin yıkılması dileğiyle genel seçimler öncesi, forma sırtlarında “Dia 15 Vote” yani “15’inde Seçime” yazılı formalarla sahaya çıkmışlardı.  O yılın sonunda Corinhtians’la eyalet şampiyonasını kazandıklarında da formalarında bu kez şu yazı vardı: “Democracia”.  1984 yılında da formasının önünde yazılı Hak Şimdi!” (Direta Já!) sloganıyla ülkede seçimlerin düzenlenmesi için başlatılan kampanyaya katılmaktan çekinmemişti.

Futbolu bıraktıktan sonra, Brezilya’nın en yoksul ve gelişmemiş bölgelerini dolaşıp doktorluk yaptı. Sahada ne ise gündelik yaşamda da aynısı oldu. Hiç değişmedi. Onu halkının gözünde eşsiz bir kişilik, bir simge yapan da bu kişiliğiydi.

Bugün yeşil sahalarda, insancıl ve haktan, halktan yana tavır sergilemiş büyük bir addan, Dr. Sócrates’ten söz etmek istedik. Onun farkını; kuşkusuz fiziği, zeki oyunu, sahadaki başarısı, sakalı, uzun saçları, attığı goller ve sürekli taktığı saç bandında değil düşünceleri, çabaları, insanlığa hizmetlerinde aramak gerekiyor. Ülkemizde ve dünyada tüm futbolcuların da, ahlakı, onuru, insanlığa hizmeti sahadaki başarılardan ve çıkarlarından daha önemli saymaları için onu örnek almalarını dilerim. Bundan yaklaşık 10 yıl önce 4 Aralık 2011 günü ölen Sócrates’i saygıyla anıyorum.

Cem BAYINDIR

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Doktor Socrates

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

 

 

Devamını Oku

ANILARLA KEBANSPOR

ANILARLA KEBANSPOR
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Keban ilçesinde geçen çocukluğumda, dönemin Kebanspor’u bizim için “Brezilya Milli Takımı”, “Real Madrid” ya da “Barcelona” gibiydi. Onların maçlarını izlemek için Elazığ’daki maçlarına pek gidemesek de, Baraj mahallesinde, Paluçarşı mahallesindeki ilçe sahasında olan maçlarını iç kaçırmazdık.

Şu an Keban’da okul müdürlüğü yapan Özkök Süleyman Öztürk hocanın hep söylediği gibi yukarı mahalledeki Jandarma bölgesindeki sahaya biz “Santiago Bernabeu Stadı” gözüyle bakardık.

O dönem Kebanspor’da (Önce Keban Simlikurşun, sonra Keban Tekspor adlarıyla) oynayanlar arasında, önceleri Mustafa Serttaş ve sonra kardeşi, şimdilerin ünlü sanatçısı Bülent Serttaş ve merhum Ramazan Taşcan (Piranlı Terzi Ahmet Taşcan’ın oğlu), gibi iyi kaleciler; Sadi Demirel, Abdullah Şener, Adnan Akturan, Seyfettin Demirel, Fethi Yılmaz, Seyfettin Bibar, Özdemir Tamer, Feyyaz Koçgazi, Münir Özmen, Fazlı Yılmaz gibi de iz bırakmış oyuncular vardı.

Bu kişilere sonradan yaşları bize yakın sayılabilir Faruk Doğan (Mando), Süleyman Öztürk, Hulusi Orhan, İlhan Kaya, Özkan Yalçın, Tahir Arslan (Perişan), Nevzat Çelik (Davulcu) Metin Fırat, Haluk Şengez, Mehmet Polat (Kıvırcık Mehmet), Güngör Demir gibi ağabeylerimiz de katılınca neredeyse Kebanspor ile yatar kalkar olmuştuk.

Yıllarca Beşiktaş’ta oynayan Ulvi (Güveneroğlu) Kebanlı olsa da o Kebanspor’da oynamamıştı ama Keban’da top oynamış kişiler arasında Mehmet Ekşi, Kadir Arıkan gibi yıllarca en üst liglerde top oynamış değerlerimiz de vardı. Hatta Kadir Arıkan Ağabeyimiz kaptanı olduğu Antalyaspor’dan, Kebanspor’a bol malzeme yardımı bile yapar, büyük vefa örneği gösterirdi.

Yıl içerisinde yapılan turnuvalara Keban Lisesi, DSİ, TEK, Kallar Mahallesi (Aşağı Mahalle) Paluçarşı Mahallesi (Yukarı Mahalle), ETİBANK gibi takımlar katılır, ortalık şenlik yeri gibi olur, çok heyecanlı, çekişmeli ama dostluk içinde maçlar oynanırdı. O dönem futbol yalnız çocukların değil, büyüklerin de tutkusuydu.

Yıllar sonra genç takım ile başladığım Kebanspor’da futbol serüvenim neredeyse 35 yaşına değin sürmüştü. Genç takımda birlikte oynadığım Tevfik Gündüz, Sami Bayır, Hakan Birlikbaş, Tekin Özgen, Sadettin Aslan, Metin Alaçam, Mesut Giray Özel, Suat Doğan gibi çocukluk arkadaşlarımla kurduğum dostluklar bugün de sürüyor. Sami’nin sert futbolu, Tekin’in maç ciddiyetinden ayrılmaması, gücü ve sert şutları, Tevfik’in ince çalımları ve tekniği, Mesut’un da BJK’li Metin Tekin’e benzeyen futbol tekniği, Sadettin güçlü fiziği, Metin’in gol noktalarında bitiriciliği, Hakan’ın da çok teknik oyunu gerçekten anılarımda yer etmiş durumda.

Günümüzde, bu dostluk ortamını, bu toplumsal yaşamı, bu değerleri zevkle ve özlemle anıyor, arıyoruz. Bu değerleri, kültürümüzü koruyabilmenin yolu kendimizi yenilemek zorunluluğudur. Yani, geçmişte olup biteni, olanı, olmuş olanı olduğu gibi korumaya çalışmak değildir. Bu olası da değildir. Özlem duyulan değerlerin ve toplumsal zenginliklerimizin unutulmaması kadar günün koşullarına göre değerlerimizi, toplumsal zenginliklerimizi, geçmişimizi yeniden yorumlamamız gerekiyor. Bu da kuşkusuz eğitim ile olabilecek bir şey.

Yazıda adı geçen, ya da adlarını unuttuğum, büyüklerimin, arkadaşlarımın tümüne mutlu, sağlıklı ömürler diliyor ve yazının sonuna Kaptan Fethi Yılmaz’dan aldığım 1984 Nisan tarihine ait bir Kebanspor fotoğrafı sunmak istiyorum.

Saygılarımla…

Avukat Cem BAYINDIR 

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

1982 DÜNYA KUPASINDA BİR FUTBOLCU PORTRESİ

1982 DÜNYA KUPASINDA BİR FUTBOLCU PORTRESİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Çocukluğumda ilk baştan sona izlediğim Dünya Kupası İspanya 1982’ydi. O dönem en beğendiğim milli takımlar da başta Brezilya olmak üzere Almanya’ydı. Brezilya mükemmel yetenekli, renkli ve sempatik oyunculardan kurulu hemen hemen herkesin ilgi duyduğu bir takımdı ve kupada şampiyon olacağına herkes inanıyordu.

Tele Santana’nın hocalığını yaptığı, Falcao, Zico, Socrates, Eder, Carlos, Junior, Sergio, Leandro gibi yıldızlarıyla, bu takım tüm maçlara favori olarak çıkıyor ve tüm maçlarını izlemek için insanlar ekran başından ayrılmaz oluyorlardı. İşte bu takımı tek başına yenen ve ben de dahil birçok insanı kızdıran Paolo Rossi’nin 9 Aralık 2020 günü öldüğünü okuyunca o günleri düşündüm.

5 Temmuz 1982 sanıyorum bizde Ramazan ayına denk gelmişti. O gün 1982 Dünya Kupası’nın ikinci tur maçında Brezilya ile İtalya Barcelona kentinde karşılaşacaktı.  Gerçekten de ilk kez adam gibi oturup maç izliyor, yorum filan yapıyordum. Maç, Arjantin, Brezilya, İtalya’nın olduğu üçlü C grubundaki son maçtı. Beraberlik Brezilya’yı üst tura rahatlıkla taşıyacak olduğundan İtalya bu maçı kesin kazanmalıydı.

İtalyanların 5. Dakikada buldukları gol atan Paolo Rossi ile 1-0 öne geçiyorlar. Benim en hayran olduğum, doktor lakaplı (gerçekte de hem tıp doktoru hem de felsefe eğitimi almış bir entelektüeldi) Socrates (tam adı Socrates Brasiliero Sampaio de Souza Vieira de Oliveira) harika bir golle 12. dakikada beraberlik golünü atıyordu. Ama 25. dakikada yine Paolo Rossi ortaya bir daha çıkıp durumu 2-1 yapmıştı.

Brezilya işi ciddiye alıp müthiş oynamaya başladı, şiir gibi dedikleri gibisinden beni mest eden bir oyunun sonucunda 68. Dakikada gördüğüm en güzel gollerden birini Falcao atmış o sevinç görüntülerine televizyona sarılarak ben de katılmıştım.

Beraberlik yetmesine karşın açık ve muhteşem atak futbolunu sürdüren Brezilya, bizi bu coşkuya sokmuşken, sevincimiz beş dakika bile sürmedi. Yine Rossi, galibiyet için çılgın gibi saldıran Brezilya savunmasının içinde karambolden attığı golle durumu 3-2 yaptı ve sonuçta İtalya, yenilmez denilen ve kesin favori olan Brezilya karşısında 3-2 kazandı.

O gün Rossi’ye düşman olmuştum. Çünkü geçmişinde şike yaptığı için 3 yıl men cezası almış sabıkalı bir oyuncunun, benim hayranlık duyduğum Brezilya takımının yolunu kesmesi bana göre büyük haksızlık olmuştu.

İşte o, İtalyan futbolcu Rossi, 1956’da doğmuş, Juventus’un sürekli kiraladığı ve sürekli de dizlerinden sakatlanan, pek de büyük varlık gösterememiş bir futbolcuydu.

Aslında kanat oynarken Vicenza takımında santrfor oynayan Rossi, ikinci ligin gol kralı olmuş, takımının Serie A’ya çıkması sonrası ertesi sezon da Seri A gol kralı olmuştu. Perugia takımdayken ise şike suçu nedeniyle 1980’de üç yıl ceza almış, ikinci yılın sonunda 1982 Dünya Kupası öncesinde kalan cezası affedilmiş, İtalyan Hoca Bearzot, bu siciline ve 2 yıl top oynamamasına bakmadan onu milli takıma seçmişti.

Yukarıda da yazdığım gibi, Brezilya’ya 3, yarı finalde Polonya’ya 2, finalde Almanya’ya 1 gol atan Rossi, İtalya’yı tam 1938’den bu yana ilk kez şampiyon yapmış, kendisi de turnuvanın en iyi oyuncusu seçilmişti. Sonra Juventus transferi ile ligde ve Avrupa’da birçok kupa kazanacak ancak sakatlıklar nedeniyle yalnızca 30 yaşındayken futbolu bırakacaktı.

İtalya’yı şampiyon yapan Rossi, işlediği şike suçundan asla sıyrılamasa da büyük bir topçuydu.  Deyim yerindeyse, kendisine yüz yılın takımı Brezilya’yı yendiği Doktor Socrates ve arkadaşlarını üzdüğü için hep kızgın olsam da, onun hep beyefendi, rakiplerine karşı saygılı, ciddi bir duruşu vardı, demek ki eskinin şikecisi bile güzelmiş…

Ne diyelim, Tanrı günahlarını affetsin…

Avukat Cem BAYINDIR 

30 Ocak 2021

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku