21 Kasım 2024 Perşembe
TSD Elazığ’dan Önemli Sosyal Örnek Sorumluluk..
100 Yıllık Bir Fotoğraftan İzmir’in Kurtuluşu’nun Elazığ’daki Yansımalarına Bakış
Ukrayna Üzerinden Derin Avrasyacı-Atlantikçi Çatışması
Elazığ Jandarma Ekiplerinden operasyon
İngilizlerin Kıbrıs Tuzağı
ELAZIĞSPOR
Kılıçdaroğlu şu ifadelerde bulundu:
Türkiye’nin sorunlarını dile getirdiğimiz bu toplantıda, çözümlerimizi de üreteceğiz, çözümlerimizi de konuşacağız. Önce grubumuzu onurlandıran bütün kadın kardeşlerime yürekten teşekkür ederim, hoş geldiniz.
Kadınlarla ilgili konuşmamı, normal konuşma süreci içinde sona doğru bıraktım. Önce, çok değerli bir sanatçımız Rasim Öztekin hayatını kaybetti; tiyatronun ve sinemanın çok değerli bir aktörüydü. Bütün sanat dünyasına başsağlığı diliyoruz. Ailesine, sevenlerine, sanat camiasına başsağlığı dilerken, onu unutmayacağımızı da bir şekliyle ifade ediyoruz. Değerli arkadaşlarım; sanat dünyasının, sanatçıların bir toplum için ne kadar değerli olduğunu biliyoruz. Herkes sanatçı olamaz ama sanatçıları kaybetmek bir toplum için gerçekten de acı bir tablodur.
Levent Gültekin; hepimizin tanıdığı bir gazeteci, televizyon yorumcusu, dün akşam saldırıya uğradı. Saldırıya tepki veren öncelikle iki kadın, o iki kadına da buradan yürekten teşekkür ediyorum. Gerçekten olağanüstü bir şey. Düşüncelerini özgürce yazar, kalemini satmaz, kalemini kiralamaz; kendi düşüncelerini televizyonlarda, internet sitelerinde, bazen gazetelerde özgürce ifade eder ama bir gazetecinin düşüncelerini açıkladı diye tehdit edilmesi, saldırıya uğraması, dövülmesi asla kabul edilemez. Kalkan her el, gazeteciye kalkan her el, demokrasiye kalkmış demektir. Olayı böyle değerlendirmek lazım, böyle yorumlamak lazım. Kendisi, “son zamanlarda sürekli tehdit alıyordum, kendimden daha çok memleketim adına üzülüyorum” diyor. İnsan Hakları Eylem Planının açıklandığı bir ortamda hâlâ bu saldırılar oluyor ve saldırıyı yapanlar bir şekliyle elini kolunu sallayıp, sokaklarda geziyorlarsa bu eylem planının bir şeye yaramadığı da açıkça anlaşılmış oluyor.
Değerli arkadaşlarım; Müyesser Yıldız, İsmail Dükel; iki gazeteci, televizyoncu arkadaşımız. Birisi bir internet sitesinin aynı zamanda sorumlusu. İkisi de ceza aldılar. Özellikle Müyesser Hanım, uzun süre cezaevinde kaldı. Olmayan belgeden ve olmayan devlet sırrından ötürü yargılandılar ve mahkum edildiler. İnsan Hakları Eylem Planının açıklanmasından hemen sonra böyle bir tablonun ortaya çıkması, gerçekten son derece acı.
Asıl sorgulanması gereken nedir? Asıl sorgulanması gereken, rütbeli olan birisinin Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığına getirilmesidir ve sonra bunun FETÖ’cü olarak itirafçı olmasıdır. Bunu buraya kim getirdi? Eğer savcı sorgulayacaksa, bunu sorgulaması lazım. Kim getirdi, o rütbeyi kim verdi? Kim o makama bunlara tahsis etti? Gazetecilerle uğraşacağınıza, bu konularla uğraşın. Üstelik bir telefon görüşmesi, bir astsubay psikolojik bir tedavi görüyor, böyle birisinin sözlerine itibar ediyorsunuz ve gazetecileri hapse atıyorsunuz. Müyesser Hanım tam 5 ay hak etmediği bir ortamda, hapishanede yaşamını sürdürdü. Doğru değil. Birlikte mücadele edeceğiz.
Buradan bütün gazeteci arkadaşlara, basın çalışanlarına, kalemini satmayanlara, özgürce düşüncelerini ifade eden bütün gazetecilere selam gönderiyoruz ve diyoruz ki: Siz kaleminizi satmadığınız sürece kimi eleştirirseniz eleştirin, biz her zaman yanınızda olacağız ve sizlerle beraber olacağız. Bizim özgür medyaya ihtiyacımız var. Bizim eksiğimizi bize gösteren özgür medyadır. O medyanın mensuplarına her zaman saygı duyacağız.
Efendim, İnsan Hakları Eylem Planı hazırlandı. Uzun uzun okundu. Belli çevreler alkışladı ama biz de biliyorduk ki, bu eylem planı bir şey doğurmayacak, bir şey yapmayacak. Az önce örneklerini verdim, bir örnek daha vereceğim. Şehir Üniversitesi vardı, kurulmuştu. Ciddi bir akademik kadrosu var, öğrencileri var, çalışanları var. Sonra dediler ki, hayır biz burayı kapatıyoruz; kapattılar. Marmara Üniversitesine devrettiler ve dediler ki: “Hiç kimse mağdur olmayacak.” Güzel; hiç kimse mağdur olmayacaksa eleştirdik ama kimsenin mağdur edilmediği bir ortam içinde kadroların Marmara Üniversitesine devredilmesine de saygı gösterdik. Ama Cumhurbaşkanlığı bir kararname yayınladı dedi ki, “Çalışanlarla ilgili mülakat yapacağız. Mülakatta başarılı olanlar geçecek, başarılı olmayanların işine son verilecek.” Hani kimse mağdur edilmeyecekti? Beğenmediğiniz insanı mülakatta eleyeceksiniz ve siz bir taraftan bunu yaparken, öbür taraftan da Avrupa’ya veya demokrat dünyaya kendi saygınlığınızı ifade etmek için oturacaksınız, İnsan Hakları Eylem Planı açıklayacaksınız. Sonra diyeceksiniz ki bize “gelin, buna inanın.” Biz inanmıyoruz. Bunları yaptığınız sürece, bunları yaptığınız sürece, bizim inanma şansımız da yoktur değerli arkadaşlarım.
Ekrem İmamoğlu, Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi, makamına oturdu. Sonra Yüksek Seçim Kuruluna talimat verildi. Yüksek Seçim Kurulundaki bir grup hakim, seçimi iptal etti ve yeniledi, dünya tarihinde olmayan bir kararla. Olsun; sonunda 15 binlik fark, 800 bine çıktı. Ekrem Bey bu süre içinde Trabzon’a gitti, bir Karadeniz gezisi yaptı. Ordu’da normal VIP’den uçağa binmesi gerekirken, -yanında milletvekili arkadaşlarımız var, ayrıca eski büyükşehir belediye başkanıydı o dönemde- izin vermediler. Bir tartışma çıktı, vali kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle şikayette bulundu. Bulunur mu? Bulunur tabii, normal. Ne yapılması lazım? Sağlıklı, tutarlı bir soruşturma ve yargılamanın olması lazım. Şimdi bakın değerli arkadaşlar; şikayetçi valinin 12 tanığı dinleniyor, hem de 2’şer kez. Mağdur olan, asıl mağdur olan kim? Büyükşehir Belediye Başkanı. Ekrem Bey’in 10 tanığından 4’ü dinleniyor, diğerleri dinlenmiyor. Kendisinin yanında olan Ordu milletvekilimiz var. Ordu milletvekiline önce “tamam, sizi de dinleyeceğiz” diyorlar, sonra onu da dinlemiyorlar. O kadar acelesi var ki, hemen iddianameler hazırlanıyor, veriliyor ve şimdi olay yargıda, hakimin önünde dosya. Değerli arkadaşlarım; dosyada ayrıca 2 bilirkişi raporu var, onlar da dikkate alınmıyor. Eğer İnsan Hakları Eylem Planı gerçek anlamda uygulanıyorsa ve gerçek anlamda muhataplarına ulaşmışsa, bu davadan süratle bir beraatın çıkması lazım. Bunu önümüzdeki günlerde birlikte göreceğiz.
Değerli arkadaşlarım; her toplantıda üretimden söz ederim, alın terinden söz ederim, evlerden söz ederim, mutfaklardan söz ederim, bereketten söz ederim, huzurdan söz ederim, birlikte olmaktan söz ederim, uyum içinde olmaktan söz ederim, “farklılıklarımızı zenginlik olarak kabul edelim” diye ifade ederim. Üretim ordusu, bizim çiftçilerimizdir. Yani bizi besleyen, bizim çiftçilerimiz, yani üreticilerimiz. Sabahın köründe tarlasına giden, traktörüne binen, tarlasını eken, hayvanına bakan, sütünü sağan, o sütün bize ulaşmasını sağlayan; ekmeğimizi, peynirimizi, sütümüzü sağlayan çiftçilerimizdir. 6 Nisan’da, yani geçen yılın 6 Nisan’ında Erdoğan’ın bir açıklaması var: “Çiftçilerimiz ekilmemiş tek karış toprak bırakmayacaktır.” Gayet güzel, ne kadar güzel değil mi? Her çiftçimizin elindeki toprağı son karışına kadar ekmesi, üretmesi, alın terinin karşılığını alması… Bunu pekiştiren bir açıklama daha var, o da Tarım ve Orman Bakanından geliyor; o da 15 Nisan’da: “Ürününüz tarlada, serada; etiniz, sütünüzse elinizde kalmayacak. Gerekirse devlet olarak biz alırız.” Bu da güzel, tam bir sosyal devlet. Tarladaki ürününüz kalmayacak, etiniz-sütünüz kalmayacak; eğer satamazsanız, devlet olarak biz onları alacağız. Biz de alkışlayacağız; siz alırsanız, biz de memnun oluruz, çiftçi de memnun olur. Peki, gereği yapıldı mı? Tam 3 toplantıdır söylüyorum, ayrıca gittiğim pek çok yerde ifade ettim: Nevşehir’de, Niğde’de, Polatlı’da, kuru soğan, patates ambarlarda çürüdü. Niye almıyorsunuz? Söz verdiniz. Çıktınız televizyonlara, “meraklanmayın, tamamını ekin; eğer satamıyorsanız devlet olarak gerekirse biz alacağız” dediniz mi? Dediniz. Bir devletin saygınlığı nasıl ölçülür? Verdiği sözün arkasında durarak. Şimdi, verdikleri sözü tutuyorlar mı? Tutmuyorlar. Ama buradan bütün çiftçi kardeşlerime sesleniyorum: Size verilen sözü tutmuyorlarsa, sandıkta bunlara gereken dersi vermek zorundasınız.
Biz iktidara geldiğimizde hiç meraklanmayın. Sizin bu devletten, AK Parti hükümetlerinden 210 milyar lira alacağınız var, 210 milyar lira… Biraz kredi verildi, faizler yükseliyor, ertelendi, tekrar faizler… O faizlerin tamamını sileceğiz. Çiftçi kardeşlerime söylüyorum, faizlerin tamamını sileceğiz. Anaparayı da; bankalara, Tarım Kredi’ye olan anaparanızı da makul ölçülerde taksitlendireceğiz. Bunlar yapamazlar ama biz yapacağız. Bunlar tefeci ile çalışırlar, biz alın terine çalışacağız, emeğe çalışacağız.
Efendim İstanbul’da, İstanbul Servisçiler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin de hazır olduğu bir toplantıda, servisçilerin bir toplantısına katıldık. Servisçiler malum; insanları taşıyanlar, fabrikalara, okullara taşıyan insanlar ve onlar da günün 24 saatinde neredeyse çalışıyorlar, alın teri döküyorlar. Onlar da bir şekliyle var olan sorunları bize aktarmaya çalıştılar. Plaka tahdidi istiyorlar, haklılar. Kendilerine de söyledim, plaka tahdidi olması lazım. Çünkü plakaları onların kıdem tazminatı gibidir. Plaka değerlenirse, onlar da plakayı bir şekliyle satarlarsa, oradan belli bir miktar toplu para alacaklar. Bu onların hakkıdır zaten. Bu konudaki düşüncem hiç değişmedi, bundan sonra da değişme şansı yoktur. Herkesin alın terinin hakkı kendisine teslim edilecektir.
Ahmet Özsoy Yönetim Kurulu Üyesi. İki örnek olay anlattığım kürsüye çıktı. Emin olun bunları sizinle paylaşacağımı kendisine de söyledim. “Evet paylaşabilirsiniz” dedi. Sayın Özsoy dedi ki: “Bir akşam beni telefonla aradı bir üyemiz. Ben, eşim ve çocuklar arabadayız ve intihar edeceğiz. Aman ha sakın yapma. Niye intihar ediyorsunuz? Aylardır kiramı ödeyemiyorum diyor. Çoluk çocuğuma bakamıyorum diyor. Araç bağlı duruyor diyor. Müdahale ettik, vazgeçirdik ve elimizden gelen yardımı yapmaya çalıştık.” Yine aynı arkadaşımız kürsüden şu açıklamayı yaptı: “Yine gecenin bir saatinde bir servisçi arkadaşım aradı. Gece saat 23.00, eve gidemiyorum, niye gidemiyorsun dedim. Çocuklara söz verdim, çocukların istediğini alamıyorum. Onların uyumasını bekliyorum. Eve gitmek için…”
21’inci yüzyılın Türkiye’sinde, insanları bu noktaya getiren kimdir? 21’inci yüzyılın Türkiye’sinde, Anayasa’da öngörülen sosyal devletin gereklerini yerine getiremeyenler kimlerdir? Saraylarda yaşayanların bir eli yağda, bir eli baldayken, minibüsünü, servis aracını aylardır çalıştıramayan, beş kuruş gelir elde edemeyen insanlara ne zaman, nerede ve kimler yardım edecektir? Sosyal devlet diyoruz, fakirin fukaranın yanında olan devlet demektir. Niçin yardım yapmıyorsunuz? Hangi gerekçeyle yapmıyorsunuz? Bu konuyu da hiçbir arkadaşımın, beni dinleyen hiçbir arkadaşımın, kardeşimin unutmasını istemiyorum. Bir baba, “çocuklarım uyuduktan sonra ben eve gideceğim” diyorsa, “onlara verdiğim sözü yerine getiremedim” diyorsa, 21’inci yüzyılın Türkiye’sinde hepimizin oturup düşünmesi lazım. Kim yönetiyor bu ülkeyi? Kimler yönetiyor bu ülkeyi? Bu kadar derin uçurum nasıl oluştu? Bunu hepimizin oturup düşünmesi lazım.
Evet, burayı bir kır bahçesinde döndürmüşsünüz; çiçekler var aramızda, kadınlar var. Hoş geldiniz tekrar. Sizleri burada görmekten son derece mutluyum. Hayatımızın her alanında kadın var, hayatımızın her alanında. İnsanlığın gelişmesi, büyümesi; dilimizin öğretilmesi, sevgiyi, saygıyı, küsmeyi, neşelenmeyi, kahkaha atmayı annelerimizden, kadınlardan öğreniyoruz. Peki kadınlar bir toplumun ikinci sınıf vatandaşı mı? Hayır. Kadınlar, birlikte yaşadığımız, birlikte ağladığımız, birlikte sevindiğimiz, yani tasada ve kıvançta birlikte olduğumuz ve eşit olduğumuz bir ortamda hepimizin huzuru olur, hepimizin bereketi olur; hepimiz huzur içinde o ülkede yaşarız. Birlikte ve eşit olarak. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayarak yola çıkacağız. Birlikte çalışacağız, birlikte mücadele edeceğiz.
8 Mart 1857; tam 164 yıl önce, New York’ta bir tekstil fabrikasında kadınlar grev yaparlar. Haklarını isterler, emeklerinin sömürülmesini istemezler, mücadele ederler. Polis baskını olur. Kadınlar fabrikaya kapatılır, kapılar kapatılır, kilitlenir, yangın çıkar ve 120 kadın, hak arayan 120 kadın yanarak ölür. 8 Mart 1857’de, yani 164 yıl önce. Dolayısıyla daha sonra 16 Aralık 1977’de Birleşmiş Milletler bugünün, 8 Mart’ı, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kabul eder ve bütün dünyada kutlanıyor.
Soru şu: Kadınlar ne istiyorlar? Kadınların talebi ne? Neden kadınların talepleri konusunda toplum ayrışıyor ve bölünüyor? Çünkü kadınların taleplerini birbirleri duymak istemiyor, işitmek istemiyor.
Ben de alt alta yazdım, neler istiyor kadınlar diye.
Diyorlar ki; biz de güvenceli çalışmak istiyoruz, çalışmak istiyoruz, üretmek istiyoruz, alın teri dökmek istiyoruz ama kayıt dışı değil, sigortalı çalışmak istiyoruz. Bizim de sigortamız olsun, biz de geleceğimizi güvence altına alalım. Bu talep haksız mı? Sonuna kadar haklı. Çalışmak kadının da hakkı mı? Evet, hakkı. Üretmek kadının da hakkı mı? Evet hakkı. Sigortalı olmak kadının da hakkı mı? Evet hakkı. Peki hangi gerekçeyle buna karşı çıkılıyor? Hangi gerekçeyle kadın çalışmasın, üretmesin, emek harcamasın; sadece ve sadece evde otursun. Olmaz, kadın da çalışıyor, çalışmak istiyor, üretmek istiyor.
Daha yeni, 4 Mart’ta Kadıköy’e gittim. Kadıköy’de esnafı gezerken, yolda bir kadın önümü kesti. Söylediği şu: “Benim kocam yok, 10 yıldır dulum. Benim dört tane çocuğum var. Ben Cumhurbaşkanına 10 tane mektup gönderdim, bir tane bile cevap gelmedi. Allah’a şükür ki, kötü yola düşmedim. Benim bir ricam var, oğlum işsiz, ben işsizim. Bana bir babalık yapın; ya bana bir büfe verin, ya da beni bir işe alın” diyor ve devam ediyor: “Buraya yürüyerek geldim. Bakın benim faturalarıma, her şeyim kapalı. Benim sizden ricam, ben sizden yardım istemiyorum, iş istiyorum. Ben paket maket istemiyorum. Bana bir babalık yapın. Beni bir işe alın. Benim çalışmam lazım” diyor.
Bir kadın, 4 çocuğu var. Yardım istemiyor, onuruyla çalışmak ve kazanmak istiyor. Hakkı mı? Hakkı. Sosyal devletin bunu sağlaması gerekiyor mu? Sağlaması gerekiyor. Çünkü Anayasa diyor ki, “Çalışmak herkesin hakkıdır.” Erkeklerin hakkıdır demiyor, herkesin hakkıdır. Çalışmak herkesin hakkı ise, o hakkı teslim edecek olan devleti yönetenlerdir. “Ben Cumhurbaşkanına 10 tane mektup gönderdim, bir cevap dahi alamadım…” Alamazsın ki zaten. Sarayda senin sorununu bilen var mı? Senin sorununla ilgilenen var mı? Senin çocuklarının hangi pozisyonda büyüdüğünü bilen var mı? Yok. Hakkını istiyor.
Son 1 yılda 571 bin kadın işinden oldu. Bunların büyük bir kısmı da kayıtdışı. Çünkü kayıtdışı kadının işine son vermek çok daha kolay. Öbürünün işine son derece bir sürü paralar ödeyeceksiniz ama kayıtdışı çalışıyorsa kadın, hemen diyorsunuz gel ve herhangi bir yükümlülük de yok. Kadın da aksini iddia edemiyor. “Ben burada çalışıyordum”, elinde belge yok. İŞKUR’dan iş bekleyen üniversite mezunu kadın sayısı 472 bin. Üniversiteyi bitiren 472 bin kadın, Türkiye İş Kurumuna başvurmuş, “ben çalışmak istiyorum, ben iş istiyorum” diyor. İŞKUR’da bekleyen ve çalışmak isteyen bütün kadınların toplamı 1 milyon 400 bin. 1 milyon 400 bin kadın çalışmak istiyor, Türkiye İş Kurumuna başvurmuş ve iş yok.
Kadın iş buldu, güzel, çalıştı ama diyor ki, “Eşit işe, eşit ücret olması lazım. Erkek daha yüksek, ben daha düşük aylık almayayım. Aynı işi yapıyorsak, aynı ücreti almalıyız. O zaman hak ettiğimiz, harcadığımız emeğin karşılığını almış oluruz.” Bakın yapılan bir çalışma; yüksekokul ve üzeri eğitim düzeyine sahip olan kadınlar, erkeklere göre yüzde 15,8 daha düşük ücret alıyor. İkisi de üniversiteyi bitirmiş, aynı koşullarda çalışıyorlar, erkek yüzde 15,8 oranında daha yüksek aylık alıyor. Bu oran ilkokul ve altı eğitim gören kadınlarda yüzde 38,6. Kadınlar yüzde 38,6 daha düşük aylık alıyorlar. Demek ki kadın ne diyor? Eşit işe, eşit ücret.
Kadınlar sadece bunları mı istiyor? Hayır, kadınlar çalışırken iş güvenliği de istiyor. Diyorlar ki, “Çalışırken güvenliğimiz olmalı, iş güvenliği olmalı. İş kazası dolayısıyla hayatımızı kaybetmeyelim.” 2013-2020 yılları arasında, 965 kadın iş kazası sonucu hayatını kaybetti. Demek ki iş güvenliği yok, iş güvenliğinin olması lazım. Kadının bu talebi haklı mı? Evet, haklı. Bu talebin yerine gelip getirilip getirilmediğini kim denetleyecek? İlgili bakanlık denetleyecek. İlgili bakanlık bu konuda üstüne düşen bütün görevi yapıyor mu? Hayır, yapmıyor. Dolayısıyla kadınlar iş güvenliği isterken, iş güvenliğini sağlama yükümlülüğü olan Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın sorumluluğunu da hatırlatmak zorundadırlar.
Kadınlar ayrıca çalışırken örgütlü olmak istiyorlar, sendikalı olmak istiyorlar. “Sendikalı olursak, daha güçlü oluruz” diyorlar. Kadınların bu talebi haklı mı? Haklı. Çalışıyor mu çalışıyor, üretiyor mu üretiyor… Birlikte mücadele, birlikte mücadele. O zaman örgütlü olmak her zaman güçlü olmayı zorunlu kılıyor. Daha doğrusu hep örgütlü olan kişiler, gruplar daha güçlü oluyorlar.
Bir başka konu. Kadınlar diyorlar ki, “Sosyal devlet bizim Anayasa’mızda; madem Anayasa’da sosyal devlet var, sosyal devletin gereği neden yerine getirilmiyor? Çocuklarımız var, kreş olması lazım. Güven içinde çocuklarımızı oraya bırakalım, sonra gidelim, çalışalım. Sonra gidelim, üretelim. Sonra gelelim, çocuklarımızı alalım, eve dönelim.” Haklılar mı? Haklılar. Yerel seçimlerde bütün belediye başkanı arkadaşlarıma şu talimatı verdim: Seçildiğiniz beldede yoksul mahallelerden başlayarak kreşler yapacaksınız. Anne, çocuğunu güven içinde getirip kreşe teslim edecek. Böylece kadın kenti tanıyacak. Onun da huzur içinde alışverişe gitme hakkı var. Onun da bir sinemaya, bir tiyatroya, bir alışveriş merkezine gitme hakkı var. Onun da bir taziye ziyareti yapmaya hakkı var. Onun da bir misafirliğe gitme hakkı var. Onun da kenti görmeye, kentin parklarında, caddelerinde gezmeye arkadaşlarıyla beraber hakkı var. O zaman o çocuğa sosyal devletin her türlü güvenceyi sağlaması lazım. Yasaların ve Anayasa’nın tanıdığı bu hak, yeteri kadar yerine getiriliyor mu? Getirilmiyor. O zaman sosyal devlet görevini yapmıyor.
Değerli arkadaşlarım; kadın konukevi veya sığınma evi, yasadaki tanımıyla sığınma evi, sosyal devletin yapması gereken Anayasa’ya göre, yasalara göre sosyal devletin yapması gereken, yapılardan birisi kadın konukevi. Şiddete uğradığında, yalnız kaldığında bir şekliyle sosyal devletin ona kucak açması ve onun güven içinde yaşamını sürdürebileceği bir mekanın sağlanması lazım. Yasaya göre gerekiyor mu? Gerekiyor. Zorunlu mu? Zorunlu. Ama bugün çok sayıda belediye bu görevi yapmıyor. Kadınlar, şiddete uğradıklarında veya evden ayrılmak zorunda kaldıklarında, gidecekleri yer bulamıyorlar. Sosyal devletin bu görevi yerine getirmesi lazım.
Değerli arkadaşlarım; bakın 83 milyon nüfusumuz var. Ülkemizde kadın konukevi dediğimiz evlerin kapasitesi 3 bin 482; 10 bin kadına, bir kişilik yer var, 10 bin kadın… Bu vicdani midir? Hayır. Ahlaki midir? Hayır. Yasa çıkmış, gereğini yapın diyorsunuz, gereğini yapmıyorlar. Bunları anlatıyorum çünkü bu konuda yüzlerce şikayet geliyor bizlere de, belediyelere de. Bizim belediyelerimiz yapıyorlar. Söylüyoruz, gerekirse kapasiteyi büyütün diyoruz. Onu da ifade ediyoruz ama büyük bir sıkıntı var.
Tabii doğal olarak kadınlar kendilerine yönelik şiddetin sonlandırılmasını istiyorlar. Şiddet olmamalı kadına yönelik olarak. Yasalar var. Yasaların gereğinin yapılması lazım. 6284 sayılı yasa var. Yasa gayet güzel. Kadın şiddete uğradığında nelerin yapılması gerektiği orada yazılı ama maalesef gereği yerine getirilmiyor.
Samsun’da şiddete uğrayan kadının görüntülerini emin olun sonuna kadar izleyemedim? O küçük kız çocuğu… Onun sağa sola nasıl kaçtığını, nasıl şaşkınlık içinde olaya baktığını; annesine uygulanan şiddet konusunda nasıl çaresiz kaldığını görüyorsunuz. İnsanın vicdanı kabul etmiyor. Sosyal medyanın en büyük yararı bu, bir görüntü Türkiye’yi salladı. Bu yapılır mı? Bir insana bu yapılır mı? Böyle bir şiddet uygulanır mı? Hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği bir olaydır bu. Hukukun gereğinin yerine getirilmesi lazım, yasaların gereğinin yerine getirilmesi lazım. Ne demek hakimin karşısına çıkınca, kravat takınca iyi hal indirimi; ne demek iyi hal indirimi? Hâlâ bugün güvenliğinin sağlanmasını isteyen pek çok kadının korktuğunu biliyoruz. Haberlerde bunları da izliyoruz. Bunun gereğinin de yapılması lazım değerli arkadaşlar.
Kadınlar ne istiyorlar? Toplumsal cinsiyet eşitliği istiyorlar kadınlar, “biz bunu istiyoruz” diyorlar. Hiç endişe etmeyin, siz de takipçisi olacaksınız, biz de; ama bizden çok siz takip edeceksiniz, bizden çok… Siz daha dirençli, daha kararlı yolunuza devam edeceksiniz. Biz, sizin sözcünüz olacağız. Size bütün mekanları açacağız. Varsa bütün sorunları bir şekliyle parlamentoda, parlamentonun dışında dile getireceğiz. Dolayısıyla siz mücadele ettiğiniz sürece, o desteği vermek bizim görevimiz olacak.
Toplumsal cinsiyet eşitliği, gayet güzel. Bu konuda ta 2008 yılında çalışmalar yapılmış. Başbakanlığa bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planını hazırlamış 2008 yılında. Bunların hepsi tozlu raflarda kaldı. Yüksek Öğrenim Kurumu, bu konuda çalışma yapıyor ve bütün üniversitelere gönderiyor, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi hazırlıyor.
Kadını ikinci sınıf gören bir anlayışı sonlandırmak zorundayız. Yeni bazı rakamlar vereyim size değerli arkadaşlarım: Aile, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 20 Şubat 2021’de yeni Türkiye’de Kadın Raporu yayınladı. 81 il valisinden sadece 2’si kadın. Kaymakam adayları dahil, 1058 kaymakamdan sadece 50’si kadın. 215 bölge müdüründen sadece 9’u kadın. 2 bin 803 daire başkanından sadece 463’ü kadın. 180 genel müdürden sadece 14’ü kadın. 259 büyükelçiden sadece 65’i kadın. 86 başkonsolostan sadece 13’ü kadın. Bürokrasinin yüzde 88’i erkek, yüzde 12’si kadın. Bu tabloyu sizlerle beraber değiştireceğiz, kesinlikle değiştireceğiz.
Kadınlar tabii doğal olarak yoksulluk yaşamak istemiyorlar. Çalışmak, üretmek, kazanmak ve gerçekten de özgürce yaşamak istiyorlar, sosyal devletin gereğinin yerine getirilmesini istiyorlar. Yoksulluğu bitirmenin yolu -özellikle kadın kardeşlerimin beni bu aşamada dikkatle dinlemelerini isterim- temel yolu, Aile Destekleri Sigortasının mutlaka çıkmasıdır. Aile Destekleri Sigortasını çıkarma konusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1971 yılında söz vermiş. Kanun 102 sayılı sözleşme, uluslararası sözleşme; kanun kabul tarihi 29 Temmuz 1971. Şimdi 2021 yılındayız; 50 yıl geçti, Aile Destekleri Sigortası çıkmadı. 306 kadın örgütüyle Zoom üzerinden görüşürken bu konuyu da anlattım. Kadınların, “Aile Destekleri Sigortasını istiyoruz, bu yasayı niye çıkarmıyorsunuz?” diye gördüğünüz her siyasetçiye bunu aktarmanızı istiyorum. Bu sigorta dalının özelliği şu: Kişi yalnız da yaşayabilir, aile olarak da yaşayabilir, dul yaşayabilir, çocuklarıyla yaşayabilir. Dolayısıyla her ailenin, her bireyin asgari bir gelir güvencesinin olması lazım. Asgari bir gelir güvencesi… Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yaşayan her birey, “ben aç kalmayacağım, ben konteynırlardan çöp toplamayacağım, yiyecek toplamayacağım, ben pazar artıklarını toplamayacağım” deme noktasına gelecek. Bu sigorta dalının çıkması için biz bütün hazırlıklarımızı yaptık, yasa teklifimizi hazırladık, geçen dönem parlamentoya verdik, yine parlamentoya veriyoruz. Kadın örgütlerinden özellikle isteğim; Aile Destekleri Sigortası konusunda çok daha güçlü olmaları, güçlü bir şekilde bunu seslendirmeleri, en büyük arzum bu, bunu yapın. O zaman hiçbir kadın gelip, “bana iş verin, ben mahvoldum, çoluk çocuğum aç” diyemeyecektir. İşi olmazsa, geliri yoksa, sosyal devlet devreye girecek, Aile Destekleri Sigortasından kendisine geçilebileceği aylık bağlanacaktır. Banka hesabına para yatacaktır. Kadın gidecektir, bankadan parasını her ay düzenli olarak çekecektir. Dolayısıyla onun yoksul olup olmadığını da kimse bilmeyecektir. Yani sağ elin verdiğini, sol el görmeyecektir. Yani sosyal devlet, kendi vatandaşına karşı gerçekten de görevini yerine getirmiş olacaktır.
Biz kadınlar daha güçlü olsun diye, çalışsın diye, üretsin diye belediyelerimize şu talimatı da verdik; kadın kooperatiflerinin kurulmasına mutlaka öncülük yapın, kadın kooperatiflerinin ürettikleri ürünleri başta Ankara, İstanbul, İzmir, Aydın olmak üzere büyükşehir belediyelerinde biz bunların satışını gerçekleştirelim. Böylece kadın hem üretecek, hem kazanacak, hem kimseye de gidip, “benim ihtiyacım var” demeyecek. Üretecek ve kazanacak ve güçlü olacak. Çalışmak, üretmek, kazanmak olağanüstü güzel bir şey. Caddede onurunuzla gezerseniz, başınız dik gezersiniz, kimseye muhtaç olmazsınız. Bu, ayrı bir güzelliktir, ayrı bir saygıdır. Bunu yaratmak sosyal devletin temel görevidir. Bunu yarattığınız andan itibaren sorununu büyük ölçüde çözmüş olursunuz.
Bir bakanın söylemi… Kaç kadın kardeşimiz bunu biliyor, bilmiyorum. Duyduğumda tüylerim diken diken oldu. Şöyle söylüyor: “Kadınlar çalışıyor diye işsizlik artıyor.” Allah aşkına bakar mısınız? Ve bu kişi Türkiye Cumhuriyeti Devletinde bakanlık yapıyor, 21’inci yüzyılda bakanlık yapıyor! Kadınlar çalışmazsa, işsizlik olmayacak. Ah şu kadınlar var ya… Çalışıyorlar; başlarına işsizlik belası çıktı. Kadını insan olarak görmüyor, üreten kişi olarak görmüyor, ikinci sınıf vatandaş görüyor. Ne demek çalışmak, oturacaksın evde. Bunu da kadınların asla unutmasını istemiyorum. Sandığa giderken özellikle unutulmasını istemiyorum. Bu zihniyetin değişmesi lazım.
Kadınlar siyasette doğal olarak eşitlik istiyorlar. Öyle ya, madem 83 milyonun yarısı erkek, yarısı kadın ve dolayısıyla -hatta kadınlar biraz daha fazla bildiğim kadarıyla- onlar da siyasette eşitlik istiyorlar. Neden eşitlik istiyorlar? Eğer bu ülkede kendisi gidip oy kullanma hakkına sahipse, milletvekilini, belediye başkanını, belediye meclis üyesini, il genel meclis üyesini seçme hakkına sahipse, e o zaman o kadın diyor ki: “Benim de hakkım var. Benim de seçilme hakkım var. Ben de seçilebilmeliyim ama önüme konulan engeller var. Bu engellerin kalkması lazım.” Bizde yüzde 30 cinsiyet kotası var. Bir kanun teklifi hazırladık. Bunun Siyasi Partiler Yasasına girmesi için, Siyasi Partiler Yasasına girsin ki, her siyasi parti zorunlu olarak bunu uygulasın. Teklifi hazırladık, kadın örgütleri ile görüştük. Kadın örgütleri dediler ki: Niye yüzde 30 yapıyorsunuz? Niye yüzde 50 yapmıyorsunuz? Siz böyle istiyorsanız biz yüzde 50 yaparız dedik. Yüzde 50 olarak hazırladık.
Yüzde 50 cinsiyet kotası ama tabii listenin sonlarında değil ve kadınlar ikinci bir şey daha istiyorlar. Fermuar sistemi olsun diyor kadınlar, dolayısıyla eşitliği gerçek anlamda sağlayalım diyorlar. Bu konuda. Kadın milletvekillerimiz bir kanun teklifi hazırladılar. Dün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, kadın milletvekillerimizle birlikte ben de bu teklifi imzaladım. Teklif Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na verildi.
Ama o arada yeni bir öneri geldi yine kadınlardan. Dediler ki: “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ise, o gün neden tatil olmuyor? Bizim için tatil olsun.” Onu da sağladık.
Bu ne demek? Kadınlar demokrasi istiyor demek. Kadınlar hayatın her alanında eşit çalışmak ve mücadele etmek istiyor. Dolayısıyla eğer kadının seçme ve seçilme hakkı varsa, önündeki engellerin bir şekliyle kaldırılması lazım. Bu bütün Siyasi Partiler Yasasına girdiği andan itibaren, sorun kendiliğinden büyük ölçüde çözülecektir ve her siyasi parti buna uymak zorunda kalacaktır.
Ayrıca bir şey daha ifade edeyim. Kadın Kollarımız bir uygulama yaptı. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, herhangi bir kadın şiddete uğradığında veya bir sorunla karşılaştığında bir telefonumuz var; oraya hemen telefon edebilir Türkiye’nin neresinde, ilçesinde, ilinde olursa olsun… Bazı barolarla da iş birliği yapıldı ve protokoller imzalandı. Kadının karşılaştığı bütün sorunlar, hukuki sorunlar ve psikolojik sorunlar süratle giderilebilecek. Kadın kolları bu konuda üstüne düşen görevi büyük bir çalışmayla, azim ve kararlılıkla yerine getirdi. Bu konuyu da özelikle kadın kardeşlerimin bilmesini isterim.
Değerli arkadaşlarım; bir başka konuya geçelim. İyiydik ama yeni bir konuya geçeceğiz. Evet. Bir şey daha: Grup başkanvekillerimiz var. Kadın milletvekillerimiz var. Kadın milletvekillerimiz kesinlikle diğer partilerin kadın milletvekilleriyle oturup konuşsunlar. “Biz bunu yaptık, sizden de destek istiyoruz” desinler. Bizim grup başkanvekillerimiz diğer partilerin grup başkanvekilleriyle görsünler. Eğer gerçekten İnsan Hakları Eylem Planı hazırladıysanız, eğer bunu gerçekten hayata geçirmek istiyorsanız, bunun bir göstergesi var. Gelin, hep birlikte bunu yapalım ve 306 kadın örgütüyle konuşurken, buradan 306 kadın örgütüne de seslenmek isterim: Bizim gösterdiğimiz çabaları, parlamento içinde gösterdiğimiz çabaları, parlamento dışında siz de gösterin. 306 kadın örgütü kendi içlerinde 5 kişi, 10 kişilik ekipler hazırlasınlar. Bütün partilerin grup başkanvekilleri ve kadın milletvekilleriyle konuşsunlar ve bu teklifin hayata geçmesine katkıda bulunsunlar. Bu çok önemli bir çalışma olacak, bizim siyaset tarihimizde önemli bir çalışma olacak, dünya siyaset tarihinde de bir ilk olacak. Dolayısıyla bu ilki başardığımız andan itibaren, emin olun bu ülkeye gerçek anlamda demokrasiyi getireceğiz.
Evet, geçelim başka bir konuya: Geçen grupta demiştim ki: Yüzde 90 maliyetle borçlanırsa bir devlet, sonu ne olur? Bununla ilgili açıklama yapacağım diye. Yüzde 90 maliyetle borçlanıyorsunuz. Bir hükümet elbette ki kendi ülkesinde borçlanır, pek çok ülkenin borçlandığı gibi. Ama bir hükümet hem yurtiçi, hem yurtdışı borçlanma yapabilirse… Yurtdışından malum döviz üzerinden borçlanıyorsunuz, yurtiçinden malum Türk lirası ile borçlanıyorsunuz. Ama bir hükümet kendi ülkesinde, kendi yurdunda, Türk lirası üzerinden de değil, altın veya döviz üzerinden borçlanıyorsa, bunun ağır bir maliyeti var. İktisat literatüründe buna “ilk günah” deniliyor. İlk günah… İlk günah denmesinin temel nedeni de, kendi ülkesindeki parayla değil, resmi parayla değil, yabancı parayla veya altında borçlanmak. Bununla borçlandığını andan itibaren, günahı işlemiş oluyorsunuz. Neden ilk günah? Çünkü bunun riski çok yüksek. Riski çok yüksek, anlatıyorum: Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, kendi ülkesinde altınla, dövizle borçlanmak zorunda kaldı. Kendi ülkesinde, kendi vatandaşından Türk lirasıyla değil, yabancı parayla veya altınla borçlanıyorsunuz.
27 Şubat 2019, altın sertifikası çıkardılar. Damat o zaman ekonominin başında. 27 Şubat 2019’da, yani altın sertifikasının çıktığı tarihte altının gramı 223 liraydı. Sertifikalar çıktı, parası olanlar aldı. Altın sertifikasının ödenme tarihi tabii 24 Şubat 2021. Ödenme tarihinde altının gramı 223 liradan, 414 liraya çıktı. Yüzde 85 artış var. İki yılda altında yüzde 85 artış var. Kim ödeyecek? Devlet ödeyecek. Onun üzerine bir de yüzde 4 faiz var, maliyet yüzde 90’a çıkıyor. Yüzde 90 ile bir devletin borçlanması ne demektir? Yüzde 90’la ve siz kendi ülkenizde, kendi vatandaşımızın Amerikan doları üzerinden, altın üzerinden borçlanıyorsunuz. Çünkü size güvenmiyorlar, iktidara güvenmiyorlar. Bankada dövizi var, onu bozmuyor. Türk lirası değil; güvendiği para yabancı para ve altına güveniyor. Altın üzerinden borçlanıyorsunuz, dünyanın faizini ödüyorsunuz; yüzde 90 maliyet. Peki, diğer ülkeler eksi maliye, eksi faiz veya yüzde bir veya sıfır faizle borçlanıyorlar, biz yüzde 90 maliyetle borçlanıyoruz.
Soru şu: Bu parayı kim ödüyor? Öyle ya, parayı kim ödeyecek? Hepimiz, hepimiz ödüyoruz. Elektrik düğmesine bastığınız andan itibaren vergi ödüyorsunuz, musluğu açtığınız andan itibaren vergi ödüyorsunuz, dolmuşa binerken vergi ödüyorsunuz, sakız alırken vergi ödüyorsunuz, çocuğun altına bez alırken vergi ödüyorsunuz, kefen bezi alırken vergi ödüyorsunuz… Kim için bu paralar, nereye gidiyor, toplanıyor? Nereye gidiyor bu paralar? Bir avuç insana, bir avuç… Neden bir avuç insan diyorum, onu da ifade edeyim değerli arkadaşlarım.
Hiç kimse yüzde 90 bir maliyetle borçlanmaz. Banka, asla borçlanmaz. Sanayici, asla borçlanmaz. Esnaf, asla borçlanmaz. Emekli, mümkün değil. Memur, mümkün değil. İşçi, mümkün değil. Kasap, mümkün değil. Apartman görevlisi, hiç mümkün değil. Yüzde 90 maliyetle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti borçlanıyor. Para nereye gitti ve nasıl ödendi? Örnek vereceğim: 2013 yılında kişi başına gelir, TÜİK’in rakamı yani Türkiye İstatistik Kurumu rakamı 12 bin 519 dolardı. 12 bin 519 dolar kişi başına gelir vardı. Milli geliri topluyorsunuz, nüfusa bölüyorsunuz, 12 bin 519 dolar.
Geldik 2019 yılına: Kişi başına gelir 12 bin 519 dolardan, 9 bin 42 dolara düşüyor. Her bir birey, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan her bir vatandaşın geliri 3 bin 477 dolar düşüyor. İşte düşen bu para, 3 bin 477 dolar, bu yüzde 90 maliyetle yaptığımız borçlanmanın patronlarına gidiyor, tefecilerine gidiyor. Her bir bireyin yüklendiği para bu.
Soru şu: Böyle bir devlet yönetimi olur mu? Bu kadar yükü vatandaş çeker mi? Buradan bütün vatandaşlarımı, Ak Parti’ye oy veren kardeşlerime, Milliyetçi Hareket Partisi’ne oy veren kardeşlerime özellikle seslenmek isterim: Elinizi vicdanınıza koyun. Bu söylediğim rakamları bana inanmıyorsanız girerseniz, Hazine’nin rakamların oradan alırsınız. Türkiye İstatistik Kurumunun rakamları var, oradan alırsınız. Bu konuda yayın yapan çok sayıda akademisyen var, onların makalelerine bakabilirsiniz. Oy verdiğiniz ve tek başına 19 yıldır iktidar yaptığınız bir siyasi parti, bir siyasi parti. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sırtına yüzde 90 maliyetli bir yük getiriyorsa, bu yük nereye kadar çekilir? Ve biz bu yükü çekmek zorunda mıyız? Yoksa sandığa gidip bu yükü bizim sırtımızda koyanlara ders mi vereceğiz?
Patates üreticisi, bakın alın teri patatesi üretti. Satamıyor, soğan satamıyor. Her alanda sorun var, her alanda. 19 yıldır ülkeyi yöneten bir siyasi parti, işsizlik yaratıyor, 19 yılın sonunda işsizlik yaratıyor. 10 milyonu aşkın işsizimiz var. Üretimden koparıldı Türkiye. Allah’ın izniyle iktidar olduğumuzda göreceksiniz, Türkiye’nin her karışı bereketli olacak, her karışı, her karışı…
En temel mücadele alanımız işsizlik olacak. Herkesin işi gücü olacak, herkesin. Herkes üretecek, herkes alın teri dökecek ve herkes kazanacak. Siyasiler değil, saray değil, sarayın beslemeleri değil, Londra’daki tefeciler değil, bu milletin sırtına yüzde 90 maliyeti yükleyenler değil, biz kazanacağız, beraber kazanacağız, beraber mücadele edeceğiz; kadınıyla erkeğiyle birlikte yapacağız.
Tarlada, Karadeniz’de kadınıyla erkeğiyle mücadele ederler, şehre gelince “yok efendim kadın çalışmaz.” Niye çalışmasın? Niye öğretmesin? Bunları değiştireceğiz. Yeni bir anlayışı, ahlaklı bir anlayışı, adalete dayanan bir anlayışı, insana saygı gösteren bir anlayışı, kadın-erkek ayırmadan, herkese eşit görerek bu anlayışı Türkiye’ye egemen kılmak zorundayız. Bunu yaptığımız zaman, Türkiye büyüyecektir. O zaman, Türkiye güçlü olacaktır. O zaman birilerinin avucuna bakmayacaktır. Birileri acaba ne söyledi diye kulak kabartmayacaktır. Acaba şunu mu söyledi, bunu mu söyledi, niye telefon açtı, niye açmadı? Böyle bir arayış içinde olmayacaktır. Devleti yönetenler, onurlu insanlar olacaktır. Devleti yönetenler ceplerini değil, vatandaşın cebini dolduracaklardır. Bunu yapacağız.
Efendim konuşmayı bitirirken, keyifle bitirelim isterseniz. Erdoğan eline almış mikrofonu prompterdan kopmuş, prompter yok, çıkmış sahnenin önüne konuşuyor. Tabii kimden bahsedecek? Doğal olarak benden bahsedecek. Erdoğan: “Ey ana muhalefet partisinin başındaki adamcağız.” E buyur. “Sen ne zamandan beri şu anda devletin aşıları parayla sattığını söylüyorsun?” Hiç öyle bir şey söylemedim ama nereden duydu onu da anlayamadım.
Devam ediyor: “Bu ne utanmazlıktır, ne vurdumduymazlıktır…” Yalan söyleyenler utanırlar. Ben yalan söylemedim, asla öyle bir laf da etmedim. Düşünün, bu kişi devleti yönetiyor. Devam ediyor: “Sen diyor vatandaş Kemal diye söylüyordun. Sıra bana gelirse gidip aşımı yapacağım, sıram gelirse aşı olacağım diyordum. Neden gidip aşı oldun?” Sıram geldi de onun için gidip aşı oldum.
Kaynak CHP Basın Birimi
Hibya Haber Ajansı