Elazığ merkez vâizlerinden Cemâleddin Emiroğlu Hocamız 22 Eylül 2021’de dâr-ı bekâya irtihâl etti. Bir irfân güneşi daha sonbaharın bu gittikçe hazinleşen günlerinde Harput semâlarından sessiz sedâsız çekildi…
Bu yazıda onu kendi intibâlarıma dayanarak anlatmaya çalışacağım. Fakat önce birkaç satırla da olsa hayat hikâyesine değineyim.
Cemâleddin Emiroğlu Hocamız 7 Mayıs 1940’ta Elazığ’da doğdu. 1961’de Elazığ İmam Hatip Lisesi’nden, 1966’da Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun oldu. 1976’da hemşehrimiz Prof. Dr. Süleyman Ateş’in Diyanet İşleri Başkanı, bir diğer hemşehrimiz Mustafa Türkgülü’nün Başkan Yardımcısı olduğu dönemde Elazığ’da açılan Diyanet Eğitim Merkezi’nin kurucu müdürlüğü görevinde bulundu. Bir müddet İmam Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmenliği, sonra da Elazığ Müftülüğü bünyesinde yıllarca merkez vaizliği yaptı. Bu son vazifesindeyken emekliye ayrıldı.
Hocamız bereketli ömrüne şu çalışmaları sığdırdı:
Sohbetler: Hizmet Rehberi, I-III, Ankara 1983-1985.
Hz. Muhammed’in (s.a.v) Pâk Dilinden Seçilmiş Dualar, Elazığ 1990.
Selef-i Sâlihîn’in Hâl ve Hakikat Sözleri, Elazığ, ty.
Dinden Çıkaran Sözler: Elfâz-ı Küfür, Malatya 2017.
Tevbe Kapısı Açıktır, Elazığ 2017.
Peygamberin Kadınlara Öğütleri: Kurtuluşa Davet, İstanbul 2018.
İmam Efendi Sohbetnâme, I-IV, Elazığ 2021.
Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Mucizeleri, Elazığ 2021.
***
Babamın işi, üniversite tahsilim ve sonrasında da vazifem sebebiyle Elazığ’da uzun süreli kalamadım. Bu yüzden ilk defa 1993 veya 1994’te Cemâleddin Hocamın sesine âşina oldum. O yıllarda İzzetpaşa Camii’nde her gün öğle namazından önce bir vâiz cemaate vaaz eder, bu vaaz merkezî sistemle diğer camilerde de dinlenirdi. Cemâleddin Emiroğlu, Mahmut Çanga ve Zihni Gündüz Hocalar münâvebeyle kürsüye çıkarlardı. Cuma vaazlarını ise genellikle il müftüsü Fikret Karaman yapardı. Henüz 16-17 yaşlarındaydım, üniversiteye hazırlanıyordum, ilâhiyat okumayı çok istiyordum; dolayısıyla hocaların anlattıkları, anlatım tarzları, hâl ve tavırları dikkatimi çekiyor, vaazlarını takip etmeye çalışıyordum.
Her hocanın kendine mahsus üslubu vardı. Zihni Hoca çok celâlli idi mesela. Cemâleddin Hocamız ise ismi gibi hakikaten cemâl sahibiydi. Nâzik, zarif, tane tane ve ölçülü anlatımı ile söylediklerinin insanların gönlüne nakş olmasına dikkat ederdi. Vaazını daima “Allah âhir ü âkıbetimizi hayr eylesin aziz cemaat.” duasıyla bitirirdi. O zamanlar hem yaşımız küçüktü akledemiyorduk her şeyi, hem imkânlarımız sınırlıydı. Hocaefendiyi dinlerken kayıt alamadığıma yansam da artık ne fayda? O merkezî sistemle verilen vaazlar bir yerlerde kayıtlı mıdır bilmiyorum. Hayalimdeki fakülteyi kazanıp İstanbul’a gelince Hocamızı dinlemek artık tatilden tatile kaldı. Yanına gidip tanışmayı, tavsiyelerini dinlemeyi de akledemedim. Aylar yıllar aktı geçti…
2015’te Harputlu Müftü Kemâleddin Efendi ve Efendigil âilesine dair sözlü bilgi toplamak maksadıyla Elazığ’a gittiğimde bir büyüğümüz “Bilirse o bilir” diyerek Cemâleddin Hoca’yı işaret etmişti. Sanayi Mahallesi-Sürsürü arasındaki gidiş gelişlerim böyle başladı. Onu ilk ziyaretimde anladım ki Kemâleddin Efendi aslında vesile imiş… Hocamızın müktesebâtından istifade edemeden geçen yıllara yansam da bir şekilde bağ kurmuş olmakla teselli buldum. Elazığ’a her gidişimde kardeşlerimle beraber Hocaefendi’yi ziyaret edip duasını almak, maddi manevi ikrâmlarından feyizlenmek mutâdımız oldu.
Cemâleddin Hocamız okuyan, yazan, ilme ve edebiyata ilgi duyan bir âlimdi. Bir yandan resmî vazifelerini îfâ ederken bir yandan da kitap yazıyor, tercümeler yapıyordu. Emekli olduktan sonra da ilim ve irşâdla münâsebetini koparmamıştı. Hocamızı en son 2 ay kadar önce 6 Ağustos 2021’de kardeşimle beraber ziyaret etmiştim. Rahatsızlığına rağmen tercümesine başlamayı düşündüğü bir eserden söz açmıştı. Bu yıl tercümesini tamamlayıp yayımladığı Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Mucizeleri kitabını bizlere takdim etmişti. Yıllar önce yayımladığı İmam Efendi’nin Sohbetnâme’sini de gözden geçirip bir cilt daha ilave ederek bu yılın başlarında yeniden yayımlamıştı. Her gün düzenli olarak duygularını, düşüncelerini kaydettiği ajandaları vardı. Bir nevi günlük mahiyetinde olan bu defterlere şiirlerini de aksatmaksızın yazıyor, ziyaretine gelenlere bir gece evvel yazdığı sayfaları okuyordu… 81 yaşında ve hasta hâldeyken okumayla, yazmayla bağını bu şekilde devam ettiriyordu.
Allah dostuydu Cemâleddin Hocamız. Rahmânî bir simâsı vardı; eskilerin tabiriyle “ârif-i billâh”tı… Güzel ahlâk sahibiydi, samimi, ihlaslı ve kendi hâlinde bir mü’mindi.
Yaşadıkları hayatın içine hapsolmuş nice insanın mânâ âlemine açılan kapısıydı…
Günlük meşgalelerin peşinde yorgun düşenlerin gölgesinde dinlendikleri ihtiyar bir çınar, uzak zamanlardan iz taşıyan mesud bir hâtıraydı…
Âşinâsı olmadığımız ruhaniyetli iklimlerden bahar kokuları getiren elçi gibiydi. Onu dinlerken asırlarca evvel yazılmış bir kitabın her satırı ayrı kudsiyet barındıran varaklarını okuduğunuz hissine kapılırdınız…
Şu fâni hayata kendi rengini veren nâdir insanlardandı. Yetiştiği muhit, gördüğü tahsil, aldığı terbiye onu bu devrin insanının takdir edemediği ulvî bir menba hâline getirmişti. Herkes ancak istidâdı ölçüsünde ondan istifâde edebilirdi.
***
Son zamanlarda milletin dilinde moda olan “kanaat önderi” tabirini Hocamız için uygun bulmuyorum. Elbette bazı konularda kanaatleri, düşünceleri, görüşleri vardı, ama bunları ancak onun yanına gittiğinizde ve söz oraya gelip dayandığında uygun görürse dinlerdiniz. “Uygun görürse” diyorum, evet; çünkü israfı sevmezdi, sözü de bu yüzden israf etmezdi. Kalbe ulaşmayan her kelimeye acırdı, konuşmanın devamını getirmezdi. Şöyle yazmıştı defterine:
Şâir değilim ammâ şuurundayım sözlerin
Konuşmasa da diller ne dediğini anlar gözlerim
***
Yüzündeki izler, sesindeki buğu, cümlelerindeki hüzün, ömrünün birçok fırtınanın elinde hırpalandığını gösteriyordu. Yine de rızânın ve tevekkülün mücessem bir timsâli gibiydi… O rüzgârlara maruz kalmayanlar onun hâlini anlayamazlardı.
Cenâzesinde cami avlusunun kalabalık olmaması, aynı cümlelerden ibâret bir paragraflık vefât haberi dışında mahalli basında yer almaması, ömrünü vakfettiği Elazığ Müftülüğü’nün resmî internet sitesinde bir taziye mesajının bile paylaşılmaması, kimsenin kendisini bir köşe yazısında olsun yâd etmemesi onun suretâ halk içinde olsa da mânen ve esâsen Hak’la beraber olduğunu göstermiştir. Uzlete çekildiği Sürsürü’deki evini zaman zaman politikacılar, nüfûz ve erk sahibi kimseler ziyaret etse de Hocamız vakarını, izzetini bu yollara âlet etmedi. Arkasında STK’lar, vakıflar, dernekler yoktu. Öyle olsaydı bazı örneklerinde gördüğümüz üzere kitapları kuşe kağıda binlerce adet bastırılır, bedava dağıtılırdı. Oysa Elazığ Belediyesi’nce bu yıl ikinci baskısı yapılan Sohbetnâme dışında, Hocaefendi’nin kitaplarının tamamı bizzat kendi kıt imkânlarıyla veya hısım akrabasının matbaa masraflarını binbir rica ile üstlenmeleri sayesinde bastırılmıştır. Hattâ Elfâz-ı Küfür kitabının fotokopicide çoğaltılarak oluşturulduğunu belirtmem yukarıdaki cümleme karîne olarak kâfidir.
Hocaefendi’nin birbirinden kıymetli çocukları da hangi makama geldilerse alın terleriyle geldiler, çalışarak kazandılar. Son nefesine kadar gıpta edilecek bir edep ile yanında oldular.
Cemâleddin Hocamız gayet mahviyetkâr, mütevâzı, kibâr, konuşmaktan ziyâde dinlemeye meyyâl biriydi. İnsanları sözleriyle esir almaz, onlara konuşma imkân ve fırsatı tanırdı. Dinleyenleri mahcup eden bir tevâzuyla “Eller yahşi biz yaman, herkes buğday biz saman” derdi… Bir defasında eski devir Harput ulemâsından, Kasîde-i Bürde şârihi müftü Ömer Naîmî Efendi’den bahsederken duygulanmış, “Bu insanlar o kadar ilme rağmen o kadar mütevazılardı ki… Keşke biz onların tırnağı kadar olabilsek…” demişti.
Gönül isterdi ki emeklilik yıllarında meraklı bir genç onunla nehir söyleşi yapsın, hâtıralarını dinleyip kaleme alsın. Ne yazık ki Elazığ Hulusi Yahyagil’de, Halil Bilginoğlu’nda, Ahmet Tevfik Ozan’da ve daha onlarcasında olduğu gibi Cemâleddin Hocamızda da bu fırsatı kaçırdı. Onca yaşanmışlık, onca hâtıra, acı tatlı onca tecrübe toprak oldu gitti… “Gurûb etdi güneş, dünya karardı…” Biraz daha eksildik, biraz daha yalnızlaştık…
Cemâleddin Hocamızın bize yâdigâr bıraktığı en büyük eseri hiç şüphesiz İmam Efendi’nin sohbet külliyâtıdır. İlk baskısı 1983-1985 yıllarında Sohbetler: Hizmet Rehberi adıyla üç cilt olarak yayımlanan bu eser büyük bir emeğin mahsulüdür. Hocamız 20. asrın Nakşî-Hâlidi meşâyıhından İmam Efendi’nin sohbetlerinden derlenmiş defterleri ilk defa bugünkü harflere sansürsüz bir şekilde aktarmış, dipnotlarla zenginleştirerek yayımlamıştı. Bu sohbetler İmam Efendi’nin müridleri olduğunu söyleyenler tarafından bilâhere yeniden yayımlandı. Fakat bu yayımlarda Cemâleddin Hocamızın eserinden onun rızası alınmadan faydalanıldı, ona atıfta bulunulmadı. Hocamız teferruatını bize anlatmak istemediği haksızlıklara uğratıldı. Bir görüşmemizde “Ben Allah rızası için çalıştım. Halbuki onlar bu emeği çaldılar…” demişti derin bir teessürle… Çalanlar bununla da yetinmemiş, yaptıkları neşirde İmam Efendi’nin yaşadığı dönemin meselelerini yorumladığı kısımları silmişlerdi. Yani kendi şeyhlerine sansür uygulamışlardı.
Cemâleddin Hocamızın kütüphanesinde İmam Efendi’nin mektuplarının yer aldığı defterler de vardı. Hattâ o defterleri incelememe, orada okuduğum bir mektubu uluslararası bir sempozyumda tebliğ olarak sunmama müsaade etmişti.
Hocamızın İmam Efendi’ye olan bağlılığı kendisini dinlediğimizde hissediliyordu. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine bakınız: İmam Efendi 17 Safer 1343, 17 Eylül 1924 Çarşamba gecesi vefât etmişti. Yani Eylül’ün üçüncü haftası. Cemâleddin Emiroğlu Hocamız da 15 Safer 1443, 22 Eylül 2021’de Çarşamba gecesi vefât etti. İmâm Efendi’nin vefâtından hicrî olarak tam 100 sene sonra, yine onun gibi Eylül’ün üçüncü haftası ve Çarşamba gecesi… Buna tesadüf demeye dilim varmıyor.
Oğlu Prof. Dr. Muhammed Emin Beyefendi’nin aktardığına göre Hocamız o gece teheccüde kalkmış, namazını kılıp tesbihini çektikten sonra yatağına uzanmış ve ruhunu Rahmân’a teslim eylemişti…
Yüzünde hâlâ secdenin izleri dururken, elinde tesbihi, dilinde duasıyla “İrciʻî” fermân-ı âlîşânına kanat açıp dergâh-ı İlâhi’ye vâsıl olmak… Bir iki günlük bu dünya misafirhanesinden böyle bir hazırlıkla ayrılmak… Bunun keyfiyyeti tabîr olunmaz efendim.
Bir ziyaretimizde İmam Efendi’nin söylediği
Hayli demdir mübtelâdır gam-küsâr ister gönül
Âlem-i gurbetde kaldı şimdi yâr ister gönül
(Nice zamandır gönül bir derde mübtelâ olmuş, bunu giderecek olanı bekliyor. Gurbet âleminde kaldı şimdi, Yâr’i arzu ediyor…) beytini yüzünü gölgeleyen bir kederle okumuştu bize… Vücudunu çok yoran hastalıktan kurtulması, hasretini dindirmesi, âlem-i gurbetten âlem-i cemâle intikâl etmesi mürşidinin vefâtının sene-i devriyesine denk düştü… Dünyanın mihnetine sabr u tahammülse bize kaldı…
***
Bir defasında Çaputlu Hoca diye bilinen dedesi Harputlu Molla İsmail Efendi’den bahsetmişti kısaca. Onun meşhur âlimlerden Abdülhamid Hamdi Efendi’nin öğrencisi olduğunu belirtmiş, hattâ Abdülhamid Hamdî Efendi’nin çok sevdiği için ona bir yazma kitap hediye ettiğini söylemişti. Son görüşmemizde sözü yine Çaputlu Hoca’ya getirmiş ve onun bir hâtırasını şöyle nakletmişti: “Sarahatun Camii’nin cemaatı namaz sonrası dağıldığında caminin meydanı lahana gafalarla dolardı.”
Eskiden âlimlerin sarıkları geniş ve katman katman olduğu için lahanaya benzetilirdi. Farsça’da lahanaya “kelem” denir. Osmanlı’da kafalarına geniş sarık sardıkları için bazı âlim ve memurların lakabı “kelem-ser”di, yani “lahana kafalı”. (“Kelem-ser” ile “gülümser” Osmanlıca aynı imlâ ile yazıldığı için bu nüansı bilmeyen akademisyenler söz konusu lakabı “gülümser” diye okuyorlar.) “Lahana kafa” o gün için hakaret anlamı taşımıyordu.
Yine son görüşmemizde, dedesi Çaputlu Hoca vefât edince kitaplarının onun bunun elinde kaldığını; bunları alanlar kitaptan anlayan kimseler olmadıklarından bir müddet sonra kitapların sayfalarını koparıp camsız pencerelerine içeriyi soğuktan ve yağmurdan koruması için yapıştırdıklarını anlatmış ve “Cehâlet böyle işte… Her zaman vardı. O devir geçmiş, korkudan kitapların gömüldüğü devir gelmiş. O gömülü kitapların bir kısmı elime geçti, ben onları inceledim ve ehil insanlara götürüp verdim.” demişti. Bu görüşmemizde kitaplığındaki matbu kitapları Sürsürü’deki Hacı Hulusi Yahyagil Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne bağışladığını da sözlerine ilâve etmişti.
Hem hocamızın rahatsızlığı hem de malum salgın sebebiyle ziyaretimizi kısa tutmak istediysek de her zamanki mükrim tavrını göstermiş, bize Sürsürü üzümünden bizzat ikrâm etmişti. Biz böyle çekine çekine el uzatınca da solgun bir kandil gibi parıldayan simasını bize doğru çevirmiş, “Hocam çekinmeyin, bu üzümü daha nerede bulacaksınız? Bu, marketlerde aldıklarınıza benzemez…” demişti. Hakikaten üzümün tadı damağımızda, sohbetin tadı dimağımızda kalmış; hocamızın duasını alarak başka bir seferde görüşmek niyâzıyla, çiseleyen yaz yağmuru altında oradan ayrılmıştık.
Evinin balkonundan el sallarken çok uzak bir yolculuğa çıkacakmışcasına bize bakmıştı… Bu bakışın son vedâ olduğunu nereden bilecektik… Nereden bilecektik şâirin “ed-Dehrü la yüsâidu yevmen ale’l-vüsûl” (Felek bir gün buluşmaya imkân tanımayabilir) derken acı bir hakikate işaret ettiğini… Ayrılık mevsimi olan sonbaharın böyle bir ebedî iftirâkla bizi yetim bırakacağını nereden bilecektik…
“Âh mine’l-mevt!” Hocam…
Doç.Dr.Ahmet Karataş
Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ
GÜNDEM
14 gün önceGENEL
21 Kasım 2024GÜNDEM
21 Kasım 2024GÜNDEM
21 Kasım 2024ELAZIĞ
21 Kasım 2024ULUSAL
21 Kasım 2024GÜNDEM
21 Kasım 2024