Gerçeklik ötesi, algı yönetimi, yumuşak güç, dördüncü güç, medya, küreselleşme, güç mücadelesi, kültür, demokrasi ve güvenlik konularını ele alıp inceleyelim. Taslak anayasalar hazırlanıyor, kanunlar tasarlanıyor, bu önemli konunun etraflıca ele alınmasını salık veriri. Bir ironiyle başlayayım, gelecekte sakın medya patronlarımız mekineler olmasın!..
Gerçeklik Ötesi
Gerçeklik ötesi (post-truth) teorisinin mimarlarından sayılır, Ralph Keyes, Hakikat Sonrası Çağ’ın yazarı, eserinde Maskeli Medya diye bir bölüm var, buna göz atalım, alıntılar yapalım. Şöyle diyor: “Dürüstlük kavramı hiçbir yerde Hollywood’da olduğu kadar esnek değildir. Orada adeta patlamaya hazır bir bomba olan hırslı ve güvensiz bir insanlar güruhu film yapma sanatıyla uğraşır… Eski New York Times editörü Lynda Obst, Los Angeles’ta çalıştığı film stüdyosundaki ilk ayını şöyle özetliyor: Merhaba dedi ve yalan söylemeye başladı… İnsanlar işlerinin doğası gereği birbirlerine yalan söylüyor gibiydi, hiç önemi yokmuş gibi… Bu alanda politikacılar yarışamazlarsa da aktörler de savaş kahramanlığı palavrası sendromundan muaf değildir.“
Amerika büyük paraların kazanılıp harcandığı bir yer, haliyle hayaller ve umutlar da kocaman oluyor, oyun alanı geniş… Televizyon ülkemize henüz gelmemişti, ama Amerika’da varken insanlar savaşları buradan seyrediyorlardı, savaş için ayrılan bütçelerin tartışmalarını, dış politikayı, Birleşmiş Milletler’deki tartışmaları, mahkeme salonlarındaki celseleri… U-2 uçuşları, Kennedy suikastı, Vietnam savaşı, Watergate skandalı, İran ve Kontra olayları, yetişkin yaşamın küçük sahtekarlıkları, alınması gereken dersleri, AVM’den alınacak etekleri… Hatta UFO’lar ve zombiler!.. Hepsi bu dünyanın içine sıkıştırılabiliyordu. Sonra bunlarla bizler de iç içe olduk.
Teknik gerekçelerle ifade ediyorum, ahlaki açıdan televizyon yazılı basından daha tarafsızdır. Yazılanlar başka bir algı. Şimdi bakın ben yazıyorum değil mi, siz sadece benim kelimelerimi, üslubumu, ortaya koyduğum bilgileri görüyorsunuz. Beynimin içini göremiyorsunuz, ruh halimi, mimiklerimi… Ben buraya yazabilirim, uçaktan atılan bomba terör hedefini yerle bir etti, diye. Eğer siz bana güvenmiyorsanız bu ifadenin devamında başka bir şey daha ararsınız, acaba mı sorusunun karşılığı olarak. Ama eğer bu metin televizyonda bir pakete konacak ve neşredilecekse, önceki atılan ve vurulan hedeflerden güzel bir videoyu sesimin arkasına montajlarsınız, siz beni dinlerken o görselle beraber beyninizin içindeki algı kendiliğinden gerçekleşir.
Ralph şöyle diyor: “Televizyondaki imgeler, dürüstlüğün kendisinden çok dürüstlüğün görünümüyle ilgilidir. Dramatik yoğunluğa vurgu yapan televizyon, her zaman duyguları gerçeklere tercih eder.” Daha ne olsun, öyle değil mi? Dramatik kavisler…
Gerçeklik sonrası işler kitleleri derinden etkilemek için ayrıntısı çok olan ince işlerdir. Televizyon hikayeleri hayatları ele alır. Burada bile tutarlılık üzerine sayısız argüman yaratabilirsiniz. Sonunda paketleyip yayınlıyorsunuz, her şey elinizde.
Örnek, terör gibi dramatik ve teknik yönü güçlü bir konuyu anlatan uzmanı, bunun adının altına da bir vakıf üniversitesinin adının yazıldığını düşünün. Siz uzmanın titri buymuş diye seyrediyorsunuz. Ama terör gibi ciddi bir olayda aslında olan bir özel üniversitenin reklamını yapması hadisesi paketlenmiş haldedir, siz bunu anlayamazsınız. Bu basit bir dramatik kavistir.
11 Eylül sonrasındaki gelişmeleri tarih kitaplarından okuyacağız. Tarih bir konu, ama olayı yaşarken ve dokümanterken nasıl izliyoruz bakın. George W. Bush ne diyordu? “Irak’ı özgürleştirme operasyonu.” Ne büyük bir iş! New York Times’tan Arthur O. Sulzberger, Bush’un Irak’ı işgal etme sebeplerinin çoğu boş çıktıktan sonra şöyle söyledi: “Yönetimi, hikayelerine, kendilerine söylenenlerin gerçekliğini sorgulamayacak kadar inandıkları için suçluyum.“
Terör, savaş, dram… Ne diyorum ben? Bunlar gerçek dostlarım, bizler de içinde olduk bütün bu ortamların. Ama medya dünyası konusu başka! Burada sonuçta para, çıkar, düşünce, beklenti var. Temiz ile pisi ayırt etmek güçtür burada. Sizin önünüze sürülenlere bakarsınız ama arkası da var. Bunlardan bazıları sizin zaaflarınıza erişme konusunda mahirdir, ele geçirir duygu ve düşüncelerinizi. Hatta Ralph kitabında “mesele akademik” derken derinleri, akademi arenasında da sorun olduğuna işaret ediyor. Bu daha üzücü bir konu.
Yalan Söylemenin ve Yalanları Tespit Etmenin Psikolojisi’nin yazarı ünlü bir psikolog olan Dr. Bella DePaulo, “Eğitim, bazı insanlara aldatacak kelime hazinesi ve güveni verir,” demektedir.
Ama bu konu bizde daha abartılı işliyor. Örneğin resmi istihbarat ve ülke durum değerlendirme dokümanlarının bir zaman sonra kopyalanıp kitapçıların raflarında üzerinde belli isimlerin yazıldığı bir noktada bunların bilimsel eser muamelesi görmesi belki de bizde mümkün olabilecek bir şeydir! Amerika’da olsa avukatlar adamın ipini hemen çekerler, milyonlarca dolar tazminat! Olanı zayi ediyoruz, koruyamıyoruz, kasıtlı çalışanlara kişisel çıkar malzemesi yapıyoruz… Ancak bu tür yanlış isimler raflarda ve dersliklerde kalmıyorlar, daha sonra siyasete soyunuyorlar, medya dünyasında yer alıyorlar, gündem yaratıyorlar, kendileri özne olup bunun üzerinden ilerliyorlar.
Son çeyrek asırlık dönem Türk akademi arenası için fırsatlarla doluydu, vakıf üniversitelerinin kapısı açılmıştı, yeterli eleman gerekliydi. Konuyu bilen, bilmeyen; araştıran, kes-yapıştır yapan, hatta bizlerin gerçek yaşamdan içini doldurduğumuz askeri, terör, savunma, güvenlik dokümanlarından içerikleri çalıp doktora tezi verip koltuk kapanlar oldu. Örneğin, şimdilerde süreç bittiği için söyleyebilirim, Açık Semalar Andlaşması imzalanmıştı. Konu hakkında teorisine ve bizdeki imkanlara göre uygulamasına dönük şahsen çabam oldu, iyi bilirim. Neticede gözetleme, keşif, istihbarat, silah sistemleri konuları var, bu işin bir uzmanı olarak yazdıklarım tam olarak yönergelere ve kanunlara girdi. Sonra? Bunu biri aldı, tez yaptı.
Elbette bilim kendi yöntemini tatbik edecek. Benim vurguladığım tam da bu konudur: Bilgi üretenleri doğru tanımlayabiliyorsak bu sistem işler. Sistem kirlenirse gelişir denizlerdeki balıklar bile ölür! Yanlış bilgi verenler olabilir. Ortam müsaitse bu daha fazla olur. Örneğin etrafımızda hamaset yüklü bilgi verenleri görüp çekiniyor olabiliriz. O zaman bunları hemen elemek gerekir. Neticede Sosyal Bilimler’in kendine has bir yöntemi ve tartışmalı yönleri var, bazı akademisyenlerimiz bu durumu kendileri için riskli görüyor olabilirler. Ayrıca en iyi millet bilir, kimlerin hamasetle ve siyasetle belli mevkilere geldiğini ve dahası kes-yapıştır metoduyla çalıştığını. Aslında yeni bir şey de söylemiyorum, Bilimsel Araştırmanın Mantığı’nı yazan Karl R. Popper benden önce bunu çok iyi betimledi.
The Prevalence of Deceit’in yazarı Antropolog Frederick Bailey, “Akademik arena da düzenbazlarla dolu. Centilmen, kötücül ya da sırf laf olsun diye entrikalarının tadını çıkaran, yüce gönüllü oyuncularla…” diyor.
Yumuşak Güç Olarak Medya
Sonuçta medya dünyası bir şov dünyasıdır. Medya kitle iletişim aracıdır. İletişim sözcüğünün masum duruşuna aldanmayın, burada politika, ekonomi, ideoloji, her şey var. Ancak kitle sözcüğü etkili! Hitap edilen kitle, hedef alınan kesimdir.
Sahne, ışıklar, sesler, editörler, kurgucular, sunucular, kameralar, metinler, anlatımlar… Sosyal medyada yazdığınız bir kelime veya imge de bu mecradadır, onlarca sene süren Hint dizisi filmler de aynı mecrada. Çok geniş yelpaze, atmosfer gibi…
Çok genel ifadeyle, medyanın tek sahibi varsa burada bir sorun olabilir. Medyanın yönetim kurulu olur, sermayedarları, farklı kutuplardan güçlüler; bunlar bir denge yaratırlar, tıpkı meclis çatısı gibi.
Bir medya organı düşünün tek sahipli, ne kadar büyük bir güç, düşünebiliyor musunuz? Bizler kırk yıldır duyarız, konuşurken anlatırız, yazarken klişe ama ifade ederiz, “dördüncü güç” der dururuz, yasama, yürütme ve yargıdan sonra geliyor ülke idaresinde, erkler arasında sayılıyor medya…
Başka bir konu daha, hani çokça ifade ederiz ya, “algı yönetimi” deriz, bu da bütünüyle, her açıdan ele alınması gereken bir kavramdır. “Sadece düşman yapar, dost yapmaz!” diye düşünülmesin. Esasında algı meselesi çok köklü meseledir, karanlık beynin içinde döner her ne varsa, biyolojik, fizyolojik ve psikolojik açıklamalar gerektirir.
Türkiye ölçeğinde bütçe imkanları ve gelişmekte olan sahalar bellidir. Küresel medya ile “yumuşak güç” denen olayda nelerin yapıldığını biliyoruz, ben de başlarda buna işaret ettim. Yumuşak Güç’ün yazarını bilmeyenler için hatırlatayım, Joseph S. Nye. Şimdi gelin bunun yansımasını değerlendirelim.
Dördüncü Sanayi Devrimi
Dünya değişim içinde, büyük bir devrim oldu, henüz etkileri sürüyor. Yapay zekadan, öğrenen makinelerden, nesnelerin internetinden, büyük veriden, uydu şebekelerinden, 5G ve 6G’den, vs. bahsediyoruz. Davranışlarımız değişiyor, evlerimiz, iş yapma biçimlerimiz ve günlük yaşamımız… Medya ve etkisi de değişiyor. Böyle bir ortamda sistemleri ve teknolojileri üretiyor olmak demek, egemenlik demektir. Yoksa önce yola çıkan misali gelişir olaylar.
Küreselleşme ve Dördüncü Gücün Kontrolü Sorunu
Yetmişlerden sonra küreselleşme başladı, Ronald Reagan ve Margaret Thatcher zamanında: Özelleştirmeler, neo-liberal uygulamalar… Yabancı büyük şirketler işe yarar küçük şirketleri satın aldı, yabancı büyük bankalar bölgesel ve yerel bankalarla ortaklık yaptı, büyük medya, yani küresel medya diğer medyaya etki etti, bazı yerlerde şube açtı, zaten sosyal medya ve internetten eğlence ve haber sektörü tamamen küresellik üzerine gelişti. Güçlü sermayenin giremediği alan kalmadı. Dördüncü ve yumuşak güç olan medyanın algı yönetimi içindeki pastası kendiliğinden büyüdü. Süper güçteki medya “gerçeklik sonrası” macerasının kendi gerçeğini yarattı. İsterseniz buna bir “yapay veya sanal dünya” deyin. Buraya kadar bunların örneklerini ve yansımalarını yazdım. Şimdi söyler misiniz böyle bir küreselleşme ortamında gelişmekte olan bir ülkenin sisteminde dördüncü gücü nasıl kontrol edeceksiniz?
Küreselleştik ya, soralım o zaman, genel ahlaki açılardan, sizin kendi çıkarınız açısından ve ülkenin güvenliği açısından kime ve neye güvenirsiniz? Siyasetçilerin, iş adamlarının, medyanın hepsine güvenir misiniz? Kendinize göre doğru olanına güvenirsiniz. İşte demokrasi budur; bireylerin iradesi burada önemlidir.
Her ülkede olduğu gibi bizde de önemli tehditler var: Çıkar grupları, terör odakları, ideolojik olanlar… Örneğin FETÖ, DHKP-C, PKK var mı? Bunların uzantıları dahi medyadaydı, biliyor musunuz? Kimler koydu bunları bu dördüncü gücün merkezlerine? Büyük sermaye küçük sermayeyi, küresel yapılar yerel yapıları yönetmek isterler. Herkes kendi işinin yürümesine bakar; kara kaşa, kara göze bakmaz. Ancak bireyler, halk, millet egemen bir yaklaşımla buna direnir. Neyle? Bilinçli, ahlaklı, cesur, doğru, akıllı, vs. olmakla. Bu bir kültür işidir, bildiğiniz gibi. Bu bir “güç mücadelesi” işidir. Bu konu hem dışarıya karşı direnmek hem de içerideki yanlışları temizleme kararlılığı göstermek demektir.
Politik irade herkes adına düşünüp gereğini yapar, yapmak ister. Hem de eğer o tehdit beka meselesi olduysa… Güvenilir isimler güvenilir network sistemin bir tarifi olarak ortaya çıkar. Mantıken anlatmaya çalışıyorum ama işte bizim insan nefsi dediğimiz konu burada devreye giriyor, bir de bakarsınız zaman içinde bazı zaaflar ortaya çıkıverir. Güvenirlik konusu küresel yaklaşımlarla iç içe hesap edilir olur. Hatta çatışmanın merkezine gelir oturur. Medya bu!
Yine hatırlatayım, Yumuşak Güç bu demektir zaten. Nye, “Ülkeleri yumuşak güç ile yönetirsiniz, asker gönderip istila etmenize gerek kalmadı,” demiyor mu? Yönetilecek misiniz, yönetme iradesi sizde mi olacak, ilk soru budur özellikle 2000’li yılların başından bu yana. Bugün ikinci soru şöyle, dördüncü gücü ne derecede kontrol edebiliyorsunuz? Bir de bu ikinci soruyu, “sosyal medyamıza ellemeyin,” diyen büyük kitlelerin var olduğu bir ortamda düşünmek zorundasınız.
Sonuç
Bireyin iradesini merkeze alıp bir yazı yazıyorsam hak ve özgürlük kavramlarından bahsetmek isterim. Evet bunlar önemli kavramlar ama suiistimale bir o kadar açıklar. Her yönde suiistimalden bahsediyorum. Neticede insanın olduğu bir alandayız. Kültür, bilinç, adalet, demokrasi, refah, güvenlik, vs. birlikte arttıkça, bütün taşlar yerli yerine oturunca zaten tartışmalar bir ölçüde azalır. Sistem tartışması kadar büyük olmaz.
Güçlü bir medya kanunu gerekiyor. Anayasa çalışmalarının yapıldığı bir evredeyiz, buradan itibaren konu önemsenmelidir. Bunu sağlam bir biçimde ele almanın zamanı geldi geçiyor…
Gürsel Tokmakoğlu
Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ
GÜNDEM
17 gün önceGENEL
24 Kasım 2024GÜNDEM
24 Kasım 2024GÜNDEM
24 Kasım 2024ELAZIĞ
24 Kasım 2024ULUSAL
24 Kasım 2024GÜNDEM
24 Kasım 2024