Yrd.Doç.Dr.Yurdagül Atun

Yrd.Doç.Dr.Yurdagül Atun

27 Ağustos 2021 Cuma

Bugün siz susacaksınız, bedel ödeyenler konuşacak!

Bugün siz susacaksınız, bedel ödeyenler konuşacak!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Taşkent’i bilir misiniz? Kıbrıs’ta en korkunç vahşetin, en dayanılmaz acıların yaşandığı, BM askerlerinin Türklerden topladığı silahları Rumlara vererek, Türklerin katledilmesine neden oldukları köy… Bu köydeki 9 yaşın üzerindeki  tüm erkekler 1974 yılında Rumlar tarafından toplanarak acımasızca katledildi.

Sultan Karakaderli’yi bilir misiniz peki? Soyadından anladınız biraz… 1974’teki katliam sırasında eşini, 4 yavrusunu ve kardeşini kaybeden bir kadın… Bu kadar acıyla yaşamak zorunda kalan kadına “kara kaderli” soyadından başka soyadı uygun düşer miydi?

Karakaderli nine bundan 5 yıl önce evlatlarına, kocasına ve kardeşine kavuştu. Acıların en büyüğüyle sınanan Karakaderli nine şöyle anlatıyordu o meşum günü: “1974 yılının 15 Ağustos’u… Evlatlarımız, kocalarımız, kardeşlerimiz evlerinden toplandı ve hepsi katledildi. Birçok ocak söndü, onlarca kadın, eli yüreğinin üstünde gözleri yaşlı kaldı. O gün anaların, eşlerin, kardeşlerin gözünden akan yaş bir daha da dinmedi. Aslan gibi dört evladımı birden elimden aldılar. Kocamı, kardeşimi, ablamın iki evladını, aynı gün bizden kopardılar. Oğlumun biri daha 13 yaşındaydı, tuttum, vermek istemedim. ‘Onu götürmeyin, O daha çok küçük diye yalvardım, yakardım. ‘Hade be köpek, süt mü veriyorsun, nesi küçük?’ dediler, evladımı avuçlarımın arasından alıp götürdüler.”

Sultan Karakaderli’nin, onun kadar kara kaderli gelini Zerrin hanımla da röportaj yapmıştık. 21 yaşındayken 27 yaşındaki eşini toprağa veren Zerrin hanım Kıbrıs Türklerinin BM’nin gözü önünde nasıl katledildiğinin tanığıydı bir anlamda. İsteyenler yandaki linkten bundan 6-7 yıl önce yaptığımız haber röportajımızı okuyabilir. (https://www.sonsuzark.com/2015/08/sa1694ky29-ya24-haber-roportaj-soykrmn.html)

Zerrin hanım geçenlerde bana bir yazı gönderdi. Belli ki  “barış” adı altında Rum’un hamiliği yapanlara, ırkçılıkla ırk kelimesinin anlamını bilmeyenlere ve Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde söz sahibi olmadığını söyleyenlere içerlemiş. Noktasına virgülüne dokunmadan yayımlayacağım yazıyı. Ki burada bir söz söylenecekse, ilk söz hakkı, bu vatan için bedel ödeyenlerindir elbet.

“1960 Anayasasını çiğneyen Rum’un amacı, adadaki Türk halkına her türlü mezelimi reva görerek, nihayetinde de Akritas planlarını uygulayarak EOKA örgütleriyle Türkleri topyekün katledip adayı bir Helen adası yapmak ve Yunanistan’a bağlamaktı. Bu amaçla 1974 ‘de adadaki bütün Türklere karşı saldırıya geçtiler. Güneyde, etrafı Rum köyleriyle çevrili ve yarısı Rum olan Taşkent (Tohni) köyünün 500 nüfuslu bir avuç Türk’ünü en ağır silahlarla kuşatıp önce üzerimize mermiler yağdırarak esir aldılar, elimizdeki av tüfeği gibi basit silahlarımızı toplayıp, evlerimizi basarak bizleri avlularda toplayıp otomatik silahlarını üzerimize diktiler. 13 yaşından, 70 yaşına kadar tüm erkekleri, esir götüreceğiz diyerek toplayıp, dağlara götürdüler, kurşuna dizdiler. İnsanlığın kabul edemeyeceği canilikle katlettikleri 84 erkeğimizi toplu mezarlara gömdüler… Geriye kalan anneler, eşler, küçücük yavrular, doğmamış bebekler, savunmasız kadınlar… Evlerin etrafına benzin dökerek yakmak isteyen insanlıktan nasibini almamış acımasız katil caniler… Ve bunları yapanlar köyümüzde birlikte yaşadığımız Rumlarla Yunan askerleriydi…

Eğer Anavatan Türkiye ve Türk Askeri Mehmetçik yetişmeseydi Taşkent gibi, Muratağa, Atlılar, Sandallar gibi daha birçok Türk köylerinde, bütün Kıbrıs Türk halkını katledip toplu mezarlara gömeceklerdi. Sözde garantör ülke Yunanistan ve Kıbrıs Rum Palikaryaları planlarını uygulamak için, 400 yüz yıllık vatanımızda biz Türk halkına mezalimler yapıp, toplu mezarlara gömerlerken, sözde garantör ülke İngiltere, Türkleri öldürmek için adaya Yunan alayını gönderen sözde garantör Yunanistan, Amerika, Avrupa, insan hakları kuruluşları, sözde barış güçleri neredeydiler? Hepsi de ÜÇ MAYMUNLARI oynuyorlardı… Garantör ülke Anavatanımız Türkiye zamanında yetişmeseydi bugün hangisi kalkıp “burada Türk halkı vardı” deyip haklarımızı savunacaktı? Bir de utanmadan Rum’u Avrupa Birliği’ne aldılar. Rum’un hunharca işlediği canilikleri göz ardı ettiler. Rum ‘a uygulanması gereken izolasyonları yıllardır bizlere Türk halkına uyguladılar.

Rum, katledip toplu mezarlara gömdüğü şehitlerimizi bize bin bir güçlükle 43 yıl sonra verdi. Avrupa birliği sözde insan haklarına başvurup şehitlerimizin hakları ve tazminatları için dava açmak istediğimizde, bizlere “zaman aşımına uğradı” yanıtları verildi, talebimiz reddedildi. Hunharca katledilen şehitlerimiz, öksüz kalan çocuklarımız, çalınan hayatlarımız, yaşadığımız sürece asla kapanmayacak en derin yaralarımız, acılarımız var.

Şimdi siz; sözde insan hakları savunucuları ülkeler şimdi size niye güvenelim? Ve en önemlisi bu adada dökülen kanlarımız, verilen canlarımız pahasına kurulan KKTC Devletimizde şimdi hangi hakla kendinizde söz hakkı görüyorsunuz? Hiçbirinizin karışmaya ve bir söz söylemeye hakkı yoktur. 400 yıllık vatanımızda sömürülen haklarımız, gasp edilen topraklarımız, katledilen hayatlarımıza ve bastırılan hürriyetimize karşı yüz yıla yakın verdiğimiz mücadeleyle birlikte, bizi toplu mezarlardan kurtaran, bizi hürriyetimize kavuşturan ve adada sadece bize değil Rum tarafına da- ki Yunan ve EOKA’cı militan örgütler Rumları da öldürüyorlardı- garantör ülke Anavatanımız Türkiye’nin müdahalesiyle her iki tarafa da barış, özgürlük, huzur ve adalet gelmiştir.

Şimdi burada (Kıbrıs’ta) iki eşit halk vardır. Kurduğumuz KKTC devletimizde, Anavatanımızın garantisi altında güven içinde, bayrağımızın altında özgürce yaşamak Kıbrıs Türk Halkının hakkıdır. Anavatanımız Türkiye’m garantör devlet olarak adada her iki halka, hak, hukuk, adalet, huzur, güven, hürriyet, bağımsızlık ve özgürlük getirdi. Garantör ülke Türkiye’m, yasal olarak müdahale hakkını kullandı. Yüzlerce ŞEHİT vererek Türk halkını kurtardı, adada asayiş ve huzuru sağladı.

Devletimiz KKTC üzerinde, Anavatanımız Türkiye’mden başka hiçbir devletin söz hakkı kalmamıştır, yoktur. Rum seviciler, eğer Rum halkı kendilerini kabul ederse Rum tarafına gidip kalabilir, evlerini ve mallarını da verebilirler. Neden gitmiyorlar? Devletimizin makamlarında şehit kanlarının üzerinde oturup, gazilerimizin bu vatan topraklarında feda ettikleri uzuvlarının üzerine basıp ahkâm keserek, ne vatanımızda kurduğumuz devletimize, ne de bugün varoluşumuzu borçlu olduğumuz Anavatanımız Türkiye’ye ve şanlı ordumuz Mehmetciğe dil uzatamazlar. Ama ne çare ki içimizdeki hainlere sessiz kalıp hep içimize atıyor kendimizi paralıyoruz. Çünkü çektiğimiz, yaşadığımız acılar sıkıntılar o kadar çok ki yıprandık, yorulduk, tükendik. Haddini bilmez insanlarla mücadele edecek gücümüz kalmadı. Yine de gerektiği yerde can bedenden çıkana kadar şehitlerimiz gibi vatanımız, devletimiz için dimdik ayakta durmayı da biliriz, canımızı feda etmeyi de… Şükran sana, minnet sana TÜRKİYE’M! BİZ BU CİHANDA HEP VARDIK, VAR OLACAĞIZ.”

Yrd. Doç. Dr. Yurdagül ATUN

Kıbrıs İlim Üniversitesi

Öğretim Üyesi

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Sözde Ermeni Soykırımının Var Olmayan Toplu Mezarları

Sözde Ermeni Soykırımının Var Olmayan Toplu Mezarları
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ata Atun, Yurdagül Atun

Kıbrıs İlim Üniversitesi

NORTH CYPRUS

yurdagulbeyoglu@hotmail.com, ataatun@gmail.com

Özet

Ermeni soykırımı iddiaları (Sözde Ermeni soykırımı ya da asılsız Ermeni iddiaları), bazı kişilerin, 1915 yılının Mayıs ayından Kasım ayına kadar Osmanlı Devletinin Doğu Anadolu’da iç güvenlik nedeni ile gerçekleştirdiği Ermeni tehcirinin, gerçekte bölgedeki Ermeni toplumunu yok etme amaçlı olduğu ve 1.5 milyon Ermeni’nin bu gerekçe ile öldürüldüğü iddialarıdır.

Birinci Dünya savaşının başlangıç yıllarında Osmanlı Devleti İttifak devletleri ile birçok cephede savaşırken, Ermeniler, Doğu’da İç Anadolu’ya kadar olan bölgede Rus ordusu ile birlikte Osmanlı ordusuna saldırmış ve birçok şehirlerde de isyanlar çıkarmışlardır. Bu isyanların önüne geçebilmek için Osmanlı Devleti, başta Ermeni Patriği olmak üzere Mebuslar Meclisindeki (Meclis-i Mebusan) Ermeni Milletvekilleri ve Ermeni toplumunun ileri gelenleri ile ortak bir toplantı yapmış ve kendilerine Ermenilerin Doğu Anadolu’da yerel Müslüman halkı öldürmeye devam etmeleri halinde karşı önlemler alacağını bildirmiştir.

Bu uyarının dikkate alınmaması üzerine Osmanlı Devleti 24 Nisan 1915’de isyanları organize eden, destek veren ve örgütlenmeyi sağlayan tüm Ermeni Komitelerini ve yerel kuruluşlarını kapatarak lağvetmiş, elebaşılık yapan 235 kişiyi tutuklatmış ve 27 Mayıs 1915 tarihinde de “Sevk ve İskan Kanunu”nu çıkartmıştır. Bu kanuna göre Doğu Anadolu’daki Ermenilerin bir kısmının Suriye, Lübnan ve Irak’a göç ettirilmesi kararlaştırılır.

Ermenilerin iddialarına göre Sevk (tahcir) adı altında katliam ve soykırım yapılmış, 1.5 milyon kişi öldürülmüştür.

Bu makale söz konusu katliam iddialarının temelini ve yasallığını oluşturacak öldürüldüğü iddia edilen 1.5 milyon Ermeni’nin gömüldüğü toplu mezarlar ile ilgili olup, toplu mezarların var olup olmadığı konusunu araştırmak amaçlı hazırlanmıştır.

Giriş

Osmanlı Devleti tarafından yüzyıllar boyunca millet-i sadıka olarak kabul edilen Ermeniler, Avrupa devletlerinin politikaları neticesinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren zayıflayan Osmanlı idaresine karşı ciddi bir sorun teşkil etmeye başlamışlardır. Rus destek ve etkisinin görüldüğü bu teşekküller, şiddet ve terörle kalmamış, şimdi de yaptıkları lobi çalışmalarıyla Ermenilere soykırım yapıldığı yönündeki tezlerini dünyaya yaymaya çalışmaktadırlar. Türk Tarih Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı Hükumetinin Ermeni tebaaya karşı çıkardığı yasa ve tedbirleri şu sözlerle anlatır;

“… Osmanlı arşivlerinde (Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık arşivi) göçe tabi tutulan Ermeniler için yolculuk sırasında rahatlarının sağlanması, can ve mallarının korunması için buyruklar olduğu görülmektedir. Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun 30 Mayıs 1915 tarihli kararıyla, Ermenilerin canlarının ve mallarının korunmasını, göçmen ödeneğinden geçimlerini sağlayabilmeleri için yardımın yapılmasını, ihtiyaçlarına göre mal ve toprak dağıtılmasını, hükümet tarafından evler yapılmasını, alet ve teçhizat temin edilmesini, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarının sağlanmasını, sağlık durumlarının hergün doktorlar tarafından kontrol edilmesini, hasta, kadın ve çocukların trenle gönderilmesini ve alınması gereken daha pek çok önlemi bildiren emirler yayınlamıştır. Ayrıca, tehcir sırasında Ermenilere karşı herhangi bir saldırıda bulunanların tevkif edilerek, Divan-ı Harp Mahkemesine sevk edilmesi ve en ağır şekilde cezalandırılmaları da karara bağlanmıştır…” (Halaçoğlu, 2013)

Böylesi insani ve göç ettirileceklerin yaşamlarını, sağlıklarını ve ikametlerini dikkate alan, hasta kadın, yaşlı ve çocukların trenle sevke edilmesini emreden bir kanunu çıkaran Osmanlı Devletinin, sevk (tehcir) maskesi altında soykırım yaptığını iddia etmek, mantık olarak değil, matematiksel hesaplama olarak da gerçeklerle bağdaşmamaktadır.

Matematiksel değerlendirme

Ermenilerin iddialarına göre sözde soykırım Mayıs ayının sonundan Kasım ayının ortalarına kadar beş buçuk aylık dönem içinde gerçekleştirilmiştir. İddiaların içinde yer alan “Binlerce Ermeni soğuktan donarak ölmeye zorlanmıştır” söylemlerinin söz konusu dönem içindeki iklimsel koşullarla gerçekleşmesi mümkün görülmemektedir.

Matematiksel olarak düşünüldüğünde ve hesaplandığında Mayıs ayının sonunda başlayıp Kasım ayının ortasında biten bu sözde katliam veya soykırım sürecinde toplam olarak bir buçuk milyon Ermeni öldürülmüş ise, ortalama olarak Osmanlı Devletinin görevlendirdiği kolluk güçlerinin her gün on bin kişiyi sistematik bir şekilde katletmesi gerekmektedir.

En iyimser bir şekilde, katledilen her bir Ermeni’nin tek bir kurşunla öldürüldüğü varsayılırsa, her gün için 10,000 kurşun ve toplamda da 1.5 milyon kurşun harcanması gerekmektedir. Balistik Tabloya göre 7.65 mm bir kurşunun ağırlığı ortalama 6.5 gramdır. (Balistik tablo, http://www.paganx.org/balistics.htm) Günlük gereksinim olan 10,000 adet merminin toplam ağırlığı 65 kg, kasalar ile birlikte, 85 kg. tutmakta, toplamda da 12.75 ton mermi gerekmektedir. Dağda, bayırda bu mermiler ancak hayvan sırtında taşınabileceğinden sadece günlük mermilerin katliam alanına taşınması için en az 2 vardiya şeklinde 2 merkep veya 2 deve ile 4 kişilik bir ekibin hiç durmadan çalışması gerekmektedir.

Söz konusu 10 bin kişiyi denetim altında tutabilmek ve katletmek için silahlı bir birlik veya kolluk güçleri de olması gerekmektedir.

Söz konusu yıllarda kazı ve taşıma günümüzde olduğu gibi ekskavatör ve kamyonlarla yapılamadığı için, toplu mezarları kazmak, çıkan toprağı atmak, katledilenleri çukurlara atmak ve tekrardan üzerlerini örtmek için de binlerce kişi gerekmektedir. Katliamı yapacak veya soykırımı gerçekleştirecek söz konusu bu binlerce kişi için yiyecek, içecek, barınma, tuvalet ve yıkanma amaçlı hizmet verecek bir hizmet ekibinin de katliam veya soykırım alanında olması lazımdır.

Dünyamızda yaşanmış katliamlar ve bulunan toplu mezarlar

2018 yılında Myanmar’ın Arakan eyaletinde Müslüman nüfusa yönelik katliamın boyutlarını gözler önüne seren 5 yeni toplu mezar tespit edilmiştir.

(http://www.hurriyet.com.tr/dunya/arakanda-5-yeni-toplu-mezar-bulundu-40728105)

Associated Press (AP) haber ajansına göre, Arakan eyaletinin kuzeyindeki Buthidaung bölgesine bağlı Gu Dar Pyin köyünde, daha önce bilinmeyen ve 400 kişinin gömüldüğü en az 5 toplu mezarın varlığı teyit edilmiştir. (Atwood, 2018)

Tuzla’daki DNA Merkezi’nin başkanı Amor Maşoviç’in anlatımına göre;

“…2015 yılını dahil ettiğinizde ülkede bulunan toplu mezarlık sayısı 800’dür. 32 bin 152 kişinin kayıtlara “kayıp” geçtiği savaşın hala resmi anlamda “soykırım” kabul edilmemiş olmasına inanmıyorum. 1995 yılında cesetlerin toplu mezara kepçelerle gömülürken Amerikan Satelit uydusu tarafından görüntülendi. Kimi toplu mezarda 1200, kimisinde 200 kişiyi bulunmakta…”

Özetle Amor Maşoviç, 32,152 kişinin katledildiği ve bu kişilerin, toplu mezarlar bulunmasın diye yerleri 3 kez değiştirilen 800 adet toplu mezara gömüldüklerini beyan etmektedir. (Masoviç, 2015)

Yeni Şafak Gazetesinin 24 Mart 2018 tarihli sayısında da, bir toplu mezar haberi verilmektedir:

“PKK/PYD’lilerin şehit ettiği 110 ÖSO’lu askerinin Suriye’de Meydanki Barajı yakınındaki Hallubi köyünün yanındaki boş arazide gömüldükleri toplu mezar bulundu.” (Yeni Şafak, 2018)

Türkiye Gazetesi’nin 24 Nisan 2001 tarihli haberinde, 1954-1962 yılları arasında, Fransa’nın Cezayir’de yaptığı katliamlara ait toplu mezar bulunduğu haberi, şu satırlarla okuyucuya aktarılmıştır:

“Cezayir (İHA) – Cezayir’de Fransızlar’ın 1954-1962 yılları arasında yaptığı katliamların izleri hala kaybolmadı. Cezayir’in doğusundaki Tebessa kentinde bir su kanalı kazısı sırasında 1954-1962 Cezayir-Fransa savaşı döneminde öldürüldükleri tahmin edilen 300 Cezayirli savaşçının cesedi bulundu. Savaş Gazileri Bakanlığı sözcüsü, bulunan cesetlerin Milli Kurtuluş Cephesi askerlerine ait olduğunu ve iskeletlerin üzerinde işkence izlerinin bulunduğunu açıkladı. Bu toplu mezarın, Milli Kurtuluş Cephesi askerlerinin gömüldüğü son on yılda bulunan en büyük toplu mezar olduğu ifade edildi.” (Türkiye, 2001)

Dünyada uygulanmış soykırım ve toplu mezarlara ait yukarıdaki 3 farklı yöre ile ilgili haber, toplu katliamlardan sonra katledilenlerin gömüldükleri toplu mezarların kısa veya uzun bir müddet sonra doğal işaretler, kazılar veya da görgü tanıklarının ifadeleri ile ortaya çıkarıldıklarını ve asla bulunamaz olduklarını ortaya koymaktadır. Özellikle de Bosna’da yapılan katliamdan sonra toplu mezarlar bulunamasın diye 3 kez yerlerinin değiştirilmesine rağmen araştırmaların sonunda bulunması, hiçbir toplu mezarın saklı kalamayacağını ispatlamaktadır.

İnsan bedeninin boyutları

Hesaplamaları genelleyebilmek için insan vücudunun boyutlarının ortalamasını almak gerekmektedir.

Doğu Anadolu yöresinde yaşayan insanların ortalama boyutları:

Omuz genişliği : 0.50 m.

Boy uzunluğu : 1.68 m.

Vücut kalınlığı : 0.35 m.

Vücudun yatay olarak kapladığı Alan: 0.84 m2

Vücudun yatay olarak oluşturduğu hacim: 0.294 m3

Ön ve Yan boyutlar

Asılsız Ermeni iddialarına göre beş buçuk ayda 1.5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddialarına göre her gün ortalama katledilen kişi sayısı: 10,000 kişi, bir toplu mezarda 3 adet insanın üst üste konulduğu farz edilirse çıkacak sonuç matematiksel olarak şu olmalıdır:

Her bir yatay sırada insan adedi: 3334 kişi

Üst üste 3 kişinin oluşturduğu hacmin yüksekliği: 1.05 m.

Söz konusu 3 kişinin üstüne örtülmesi gereken asgari toprak yüksekliği: Asgari 0.65 m.

Toplam kazı derinliği: Asgari 1.05 + 0.65 = 1.70 m.

Toplam kazı alanı: 3334 (bir yatay sırada insan adedi) x 0.84 (vücudu yatay alanı) = 2800 m2

Kazılması gereken hacim: 1.70 m. (Kazı derinliği) x 2,800 m2 (Toplam kazı alanı) = 4760 m3

Futbol sahasının ebatları

Futbol saha ölçüleri, dikdörtgen biçimindedir. Futbol sahasının eni 45 ile 90 metre arasında, boyu 90 ile 120 metre arasında olmalıdır. Uluslararası standartlarda yapılan nizami futbol sahaları ise bu ebatlar en olarak 64 ile 75 metre arasında, boy olarak da 105 metre ile 120 metre arasında olmaktadır.

Ortalama bir futbol sahasının eni 50 m., uzunluğu da 100 m. olarak kabul edilirse, söz konusu futbol sahası yaklaşık 5,000 m2 alan kaplamaktadır.

Kazılması gereken toplu mezarın alanının asgari 2800 m2 olması gerektiğinden, kıyaslama yapabilmek açısından bu alan, futbol sahası olarak yaklaşık 1/2 futbol sahası veya da 50 m. eninde ve 56 m. uzunluğunda bir dikdörtgen olarak tanımlanabilir.

Ekskavatör kazı kapasitesi

Günümüzde 0.75 m3 kepçe kapasitesi ve yüzde 90 kepçe doluluk oranı ile bir ekskavatör hiç durmaksızın bir saatte kolay-orta ve orta zor toprak ortalaması ile ancak 258 m3 kazı yapabilmektedir. Böylesi bir kepçe 4760 m3’lük bir kazıyı hiç durmaksızın 18.5 saatte, yemek ve ihtiyaç molaları ile 22.5 saatte kazabilmektedir. (Celal et al, )

El ile kazı kapasitesi

Kral Fahd Petrol ve Mineral Üniversitesi (King Fahd University of Petroleum and Minerals) hesaplamalarına göre 3 işçi ve ustabaşının kazı kapasitesi toprak yapısına göre 16 saatte 40 metre küp veya da toprak yapısına göre 2-4 m3/saattir. Bu bulguya göre bir işçinin 1 saatlik kazı kapasitesi ortalama 0.5 m3 bulunmaktadır. (King Fahd, 2017)

Bir başka kaynağa göre; bir insanın günde aralıksız 2 saat çalışıp 15 dakika mola vererek ve öğleyin de 45 dakika ara vererek, toplamda yaklaşık 10 saatte yapabileceği kazı miktarı ortalama 4.0 m3’dür. (Calin et al, 2003: p 201). Bu bulguya göre bir işçinin toprak kapasitesine göre 1 saatlik kazı kapasitesi ortalama 0.4 m3 bulunmaktadır.

Goldenseal şirketinin deneyime dayalı bulgularına göre 1 işçi 2.5 saatte 1.308 m3 kazı yapabilmektedir. (Goldenseal, 2017) Bu bulguya göre 1 işçinin kazı kapasitesi, toprak yapısına göre ortalama saatte 0.52 m3 dir.

Bu 3 farklı bulgunun ortalaması alındığında, 1 işçinin kazı kapasitesi, toprak yapısına göre ortalama saatte 0.48 m3 alınabilir.

Goldenseal şirketinin deneyime dayalı bulgularına göre bir işçi 2.5 saatte, 1.308 m3 kazılmış toprağı kazı çukurunda dışarı atabilmektedir. Bu bulguya göre, 1 işçinin toprak atma kapasitesi toprak yapısına göre ortalama saatte 0.52 m3 dir. (Goldenseal, 2017)

Bu atılan toprağı da bir başka işçi ortalama 2.6 saatte 1.308 m3 kapasite ile el arabasına koymakta ve 10 metre uzağa döküp geri gelmektedir. Bu bulguya göre, 1 işçinin toprağı taşıma kapasitesi toprak yapısına göre ortalama saatte 0.50 m3 dir. (Goldenseal, 2017)

Bu bulgulara göre ortalama olarak 1 saatte 0.5 m3 toprağın kazılması, kürekle dışarı atılması ve atıldığı yerden de gömü sahası dışına çıkarılması için 3 işçi gerekmektedir.

10,000 kişiyi gömmek için gerekli olan minimum toplu mezar alanı: 2800 m2

Minimum kazı derinliği: 1.70 m.

Kazılması gereken toprak hacmi: 2800 m2 x 1.70 m = 4760 m3

4760 m3 toprak hafriyatının en fazla 10 saatte yapılabilmesi için gerekli kişi sayısı:

4760 m3 ÷ 10 saat ÷ 0.48 m3/saat/işçi = 992 işçi. (Çukur kazma)

1 saatte kazılan toprak miktarı = 4760 m3 ÷ 10 saat = 476 m3

1 saatte kazılan 476 m3 toprağı dışarı atmak için gerekli olan işçi sayısı;

476 m3 ÷ 0.52 = 916 işçi (Toprak atma)

1 saatte kazı çukurundan dışarı atılan toprağın yaklaşık üçte birinin ( 1.70 – 1.05 = 0.65 m) kazı alanının dışına taşımak için gerekli olan işçi sayısı:

1 saatte kazılan toprağın üçte biri = 476 m3 ÷ 3 = 159 m3

159 m3 toprağın kazı alanı dışına çıkarılması için gereken işçi sayısı:

159 m3 ÷ 0.5 m3 = 318 işçi (atılan toprağın fazlasını saha dışına taşıma)

Katledilen kişilerin bedenlerinin gömü sahasına taşınması, kazı devam ederken bitmesini beklemeden kazılan çukurlara hemen atılması, 3 sıra üstü üste istiflenmesi ve üzerlerinin 65 cm. toprakla örtülmesi için her 1 m2 kazı alanı için gerekli ilave insan sayısı 2.

Kazı alanı = 2800 m2

10 saatlik süre içinde her 1 saatte kazılması gereken alan = 2800 m2 ÷ 10 saat = 280 m2

280 m2 kazı alanına gömü için gerekli ilave insan sayısı:

280 m2 x 2 kişi = 560 kişi (Gömü ve üzerini örtme)

10 saatlik bir çalışma süresi ile 1 gün içinde kazı (992 kişi), toprağı dışarı atma (916 kişi), toprağı dışarı taşıma (318), gömü ve üzerini örtmek (560 kişi) için gerekli olan işçi sayısı: 992 + 916 + 318 + 560 = 2786 kişi.

150 gün süre ile söz konusu işçilerin aralıksız her gün 10 saat çalışmaları mümkün olmadığından, günlük 5 saatlik vardiyalar ile 2 ekibin çalıştığı düşünülürse, gerekli olan minimum toplam işçi sayısı: 2786 x 2 = 5572 işçi.

Günde 5 saat, iki vardiya çalışan 5572 kişinin yemek, içme suyu, dinlenme, uyku, sigara, hastalık, tedavi, ilkyardım, yıkanma suyu ve tuvalet gereksinimlerini karşılamak için gerekli olan insan sayısı, en iyimser ve asgari tahminle;

Kumanya tedariki: 25 kişi

Seferi mutfak ve bulaşık yıkama: 50 kişi

İçme suyu ve yıkanma suyu tedariki: 45 kişi ve 20 su taşıma arabası, 40 inek ve bakımı.

Seferi yatakhane kurulması ve bozulması: 50 kişi

Seferi hastane ve tedavi reviri: 15 kişi

Toplam hizmet elemanı: 185 kişi

Esir alınan 10 binlerce kişinin aç ve susuz bırakıldığı düşünülse bile, ortada Nazilerinkine benzer etrafı dikenli tellerle çevrili esir kampları olmadığı ve esirlerin açık havada bir yere toplatıldığı varsayılırsa, söz konusu esirlerin sadece kaçmalarını ve isyan etmelerini önlemek için gerekli olan asgari asker sayısı asgari olarak 2500.

1.5 milyon insanın, beş buçuk ay boyunca katledilebilmesi için, sistematik olarak günde 10 bin kişinin katledilmesi, 50 x 56 m. boyutundaki çukurların açılması, katledilenlerin gömülmesi ve üzerlerinin örtülmesi gerekmektedir. Bu işlemleri yapmak için toplamda da asgari 8257 kişi gerekmektedir. (5572 işçi + 185 mutfak ve tedarik + 2500 asker)

İnsan gücüne ilaveten yaklaşık 1000 kazma (kazı için 992 kişi), 1000 kürek (toprağı dışarı atmak için 916 kişi), dışarı atılan toprağı el arabasına yüklemek için 200 kürek (toprağı dışarı taşıma için 318 kişi), 200 el arabası veya kollu tepsi ve gömü üzerini örtmek için 600 kürek (gömü ve üzerini örtmek için 560 kişi), toplamda:

Yedekleri ile birlikte 1000 adet kazma, 200 el arabası veya kollu tepsi ve 1800 kürek gerekmektedir.

1915 yılında Anadolu’daki Ermeni nüfusu

Arşivlerde 1882’den 1915’e kadar yapılmış olan nüfus sayımları bulunmaktadır. Osmanlı Devletinin nüfus sayımları yerine Fransızların, İngilizlerin, Almanların, Amerikalıların ve oradaki misyonerlerin ve özellikle de Ermeni Patriğinin her sene Osmanlı Devleti’ne vergi ile ilgili olarak verdiği bir nüfus bildirimlerini incelemek, 1915 yılında Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfusunun tespitine çok yardımcı olacak, doğru rakamların bulunmasını kolaylaştıracaktır.

Ermeni Patriği N. Varjabedian’ın 1881 yılında açıkladığı Ermeni nüfusu

Ermeni Patrikhanesine göre Katolik ve Protestan Ermenilerin 6 eyaletteki nüfusları aşağıdaki gibi açıklanmıştır. (Atun, 2013)

Eyalet Yıl 1881

Erzurum 128,478

Van 133,859

Bitlis 130,460

Diyarbakır –

Elazığ 107,059

Sivas 243,515

TOPLAM 743,371

1882 yılında yapılan açıklamaya göre; (Atun, 2013)

Eyalet Yıl 1882

Erzurum 280,000

Van 400,000

Bitlis 250,000

Diyarbakır –

Elazığ 270,000

Sivas 280,000

TOPLAM 1,630,371

Listeler yan yana konduğunda bir yıl içindeki nüfus artışının 887 bin kişi, yüzde 120 olduğu görülmektedir ki, artışın normal değil, yanıltıcı ve bilinçli olarak kalem oyunu ile yapıldığıdır.

İngiliz Elçiliğinde nüfus ile görevli uzman Albay Henry Trotter, Patriğin açıklamasındaki tutarsız rakamları fark ederek bir rapor hazırlamış ve 15 Şubat 1882 tarihinde İngiliz Büyük Elçisine Erzurum ve Van bölgelerinde ikamet eden Ermeni sayısını 372,500 ve Nasuri sayısını 85,000 olarak beyan etmiştir. (Atun, 2013)

Anadolu’daki Ermeni nüfusu ile ilgili diğer resmi belge ve açıklamalar

1912 yılında Marcel Leart yaptığı çalışmada, Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır ve Sivas bölgesinde yaşayan nüfusun toplam sayısının 2,615,000 olduğunu ortaya koyar. Bunun 666,000’nin Müslüman, 1,018,000’nin ise Ermeni nüfusu olduğu görülmektedir. (Atun, 2013)

Richard Hovannisian, “Armenia On The Road To Independence” (Bağımsızlık yolunda Ermenistan) adlı kitabında 1914 yılında Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Ermenilerin nüfusunun, İstanbul dahil, bir buçuk ile iki milyon arasında olduğunu açıklamaktadır.

Hrant Pasdermadjian, “Histoire de l’Armenie” (Ermenilerin tarihi) adlı kitabında 1914 yılında Osmanlı Devleti sınırları içinde İstanbul dahil, 2,100,000 Ermeni’nin yaşadığını, dünyada ise Ermeni nüfusunun 4,100,000 olduğunu açıklamaktadır.

12 Şubat 1919 tarihinde A. Aharonian ve Boghos Nubar tarafından imzalanmış olan ve Ermeni Delegasyonu tarafından Paris Barış Konferansına sunulan andıçın içeriğine göre o günün tarihi itibarı ile Anadolu’da yaşayan Ermenilerin sayısı 1,400,000’dür. (Atun, 2013 & Aya, 2013)

Yunanistan Başbakanı Venizelos tarafından 12 Şubat 1919 tarihinde Paris Barış Konferansına sunulan andıçın içeriğine göre Anadolu’da yaşayan Ermenilerin sayısı yaklaşık 1,400,000’dür. (Atun, 2013 & Aya, 2013)

1921 yılında Suriye’de yaşamakta olan Ermenilerle ilgili Yakın Doğu Yardım (Örgütü) Raporuna göre, (Near East Relief Report) Ankara Hükümeti ile imzalanan F. Boullion Anlaşmasından sonra İngiliz-Fransız işgalleri akabinde 300,000 Ermeni Kilikya bölgesine geri dönmüş ve tekrardan 1921 yılında bölgeden göç etmişlerdir. Rapor açık ve net olarak 200 bin ile 300 bin arasında Ermeni’nin Suriye bölgesinde hayatta olduğunu ve insani yardım istediğini belirtmektedir. (Atun, 2013 & Aya, 2013)

1921 yılında Ermenistan’da yaşamakta olan Ermenilerle ilgili Yakın Doğu Yardım Raporuna göre, (Near East Relief Report) 1921 yılında Kafkasya’daki Ermenistan’da yaşamakta olan Ermenilerin sayısı bir milyondur ve bunların yarısı (500,000) insani yardım almak için Yardım Örgütüne başvurmuştur. (Atun, 2013 & Aya, 2013)

ABD Senatosu’nun 22 Nisan 1922 tarihli ve 266 numaralı Kararına göre 31 Aralık 1921 tarihi itibarı ile Anadolu, Suriye ve Rusya’da yaşayan Ermenilerin sayısı 1,414,000’dir ve herhangi bir kelime, mana veya ima ile soykırımdan bahsedilmemektedir. (Atun, 2013 & Aya, 2013)

1922 yılında ABD Dışişleri Bakanı W. R. Anderson tarafından imzalanmış ABD hükümeti dokümanı olan Yetki Belgesi 1-8-58’nin içeriğine göre dünya üzerinde yaşayan Ermenilerin toplam nüfusu 3,000,000’dir. Bunlardan 817,873 tanesi Anadolu’dan göç etmiştir ve 281,000 tanesi de halen Anadolu’da yaşamaktadır. (Atun, 2013 & Aya, 2013)

1923 yılında Lozan Barış Konferansına sunulan 2 Şubat 1923 tarihli Andıç içeriğine göre Osmanlı toprakları içinde 760,000 Ermeni yaşamıştır. (Atun, 2013 & Aya, 2013)

Şükrü Server Aya’nın, ABS Senato’sunun “31 Aralık 1929 tarihli Yakın Doğu Yardım Raporu” ile ilgili incelemesinin sonuç bölümünde verdiği bilgilere göre, söz konusu tarihte hayatta olan Ermenilerin sayısı 1,300,000’dür ve ölen Ermenilerin sayısı inanılmaz düzeyde düşüktür. ABD Senatosu’nun resmi Raporuna güvenildiği takdirde, açlık, yoksulluk, hastalık ve bölgesel çatışmalar sonucu ölen Ermenilerin sayısı en fazla 300,000’dir. (Atun, 2013 & Aya, 2013)

Sonuç

Osmanlı arşivlerindeki kayıtlara göre söz konusu tehcirin, 1915 yılının Mayıs ayında başlayıp, Kasım ayında sona erdiği görülür. Tehcirin, ilkbaharın son ayında tamamlanması, yani, bütün yaz boyunca ve sonbaharın ilk aylarında gerçekleşmiş olması nedeni ile kayıtlarda, soğuktan donma sebepli herhangi bir ölüm vakasına rastlanmamıştır.

ABD Hükümetinin oluşturduğu Yakın Doğu Yardım Örgütünün Raporu, herhangi bir paragrafta sözü edilen katliam ya da soykırım ya da benzer bir anlam ya da bağlam içeren başka bir kelimeden ya da başka bir içerikten söz etmemektedir.

(Atun, 2013 & Aya, 2013 & http://armenians-1915.blogspot.com/2008/02/2335-free-e-book-near-east-relief.html)

Ermenilerin iddia ettikleri gibi 5 aylık tehcir süresi içinde bir buçuk milyon (1,500,000) Ermeni öldürülmüş ise basit bir matematik hesaplaması ile ortalama olarak günde on bin (10,000) kişinin öldürülmüş olması gerektir.

Bu ortalama ölüm sayısına göre, asgari olarak 150 tane, 2800 m2 büyüklüğünde, yaklaşık 50 x 56 m. boyutlarında toplu mezarın kazma ve kürekle kazılması ve bunların bir yerlerde olması gerekmektedir.

Hukukun en temel prensibine göre bir cinayet iddiasının mahkemede yargılanabilmesi için öldürülen kişinin bedeninin bulunması ve emare olarak mahkemeye sunulması şartı mevcuttur. (David, 2003, 817)

Serebneritsa`daki Sırpların acımasızca katlettiği 8 bin Boşnak`ın toplu mezarları 3 kez yer değiştirilmesine rağmen bulunduğu halde, söz konusu 150 tane toplu mezarın bugüne değin bulunamamış olması, bazı kişilerin kasıtlı olarak ortaya attıkları sözde Ermeni Soykırımı iddialarını yalanlar mahiyettedir.

Böylesi büyük boyutlarda bir katliam veya da soykırım eyleminde görev almış 8,257 kişiden hiç birinin yaşamları boyunca ağızlarını açmamış veya müzevirlik yapmamış olmaları ve hiçbir kimsenin bir tane bile iddia edilen soykırımda öldürülen kişileri içeren toplu bir mezar gösterememiş olması, soykırım iddiaları üzerine gölge düşürmekte ve Ermeni tezlerinin inanılırlığını sarsmaktadır.

1915 yılında Anadolu, Suriye, Irak ve Ermenistan’da yaşayan Ermeniler ile ilgili yazılan raporlar incelendiği vakit Ermenilerin sayısının 600 yüz binden 1 milyon 700 bine kadar değişen rakamların olduğu görülmektedir. İddia edildiği gibi 1915 yılında 1 buçuk milyon Ermeni katledilmiş olması halinde, -savaş sonrasında ABD Senatosu tarafından yayınlanan raporlarda görüldüğü gibi- 1923 yılında Anadolu, Suriye ve Rusya’da yaşayan Ermenilerin sayısının 1,414,000, ABD ile Avrupa’ya göç eden Ermenilerin sayısının da 817,873 olamayacağı matematiksel olarak açıktır.

ABD Hükümetinin söz konusu yıllarda Anadolu’ya gönderdiği Yakın Doğu Yardım Örgütü Heyetinin Raporlarının herhangi bir paragrafında da, sözü edilen katliam, soykırım ile benzer bir anlam içeren başka bir kelimeden veya başka bir içerikten söz edilmemektedir.

(Atun, 2013 & Aya, 2013 & http://armenians-1915.blogspot.com/2008/02/2335-free-e-book-near-east-relief.html)

Referanslar

Celal Karpuz, A. Günhan Paşamehmetoğlu, Yadigar Müftüoğlu. Hidrolik Ekskavatör Performanslarıyım Kazılabilirlik Tayini.

http://www.maden.org.tr/resimler/ekler/b5c8441a8ff8e15_ek.pdf

Slumber Jack, (12.2.2011). Hand Excavation Productivity. Contractor Talk.

http://www.contractortalk.com/f62/hand-excavation-productivity-108557/

Calin M. Popescu, Kan Phaobunjong Nuntapone Ovararin. (2003). Estimating Building Costs, New York: Marcel Dekker Inc. s.201

Goldenseal Reference Manual. (2017). Goldenseal Unit Costs. Soil Removal Cost, Difficult Hand Loading. USA. 15 Nisan 2018 tarihinde alıntı yapılan yer;

https://www.turtlesoft.com/Construction-Costs/Excavation/Remove_Soil_Hand_Hard.htm

King Fahd University. (2017). Pricing Excavation & Backfill. King Fahd University of Petroleum and Minerals, Saudi Arabia.

15 Nisan 2018 tarihinde alıntı yapılan yer;

http://faculty.kfupm.edu.sa/CEM/alkhalil/PDF_CEM_511/Pricing%20Sitework.pdf

David A. Moran. (2003). In Defense of the Corpus Delicti Rule. Detroit: Wayne State University Law School, Detroit, Michigan. Ohio State Law Journal. Vol. 64 no. 3 (2003). 817-854

Halaçoğlu, Yusuf. (2015). Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları. İstanbul: Babıali Kültür yayınları.

TASAM. (2011). Tarihi Gerçekler Işığında Ermeni İddiaları. İstanbul: Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi.

Atwood, Haleigh. (2018). AP finds evidence of mass graves, systematic killings in Myanmar.

AP, February 5, 2018. 15 Nisan 2018 tarihinde alıntı yapılan site;

Masoviç, Amor. (24.12. 2015). Bosna Hersekteki Soykırım unutulmaz.

15 Nisan 2018 tarihinde alıntı yapılan site;

Yeni Şafak Gazetesi. (2018). PKK/PYD’nin şehit ettiği ÖSO’lulara ait toplu mezar bulundu. İstanbul: Yeni Şafak basımevi, 24 Mart 2018

15 Nisan 2018 tarihinde aşağıdaki siteden alınmıştır.

https://www.yenisafak.com/video-galeri/dunya/pkk-pydnin-sehit-ettigi-110-osolunun-gomuldugu-toplu-mezar-bulundu-2175809

Türkiye Gazetesi. (2001). Cezayir’de Fransızlar’a ait bir toplu mezar daha. İstanbul: Türkiye Gazetesi Basımevi.

15 Nisan 2018 tarihinde aşağıdaki siteden alınmıştır.

http://m.turkiyegazetesi.com.tr/Genel/a106895.aspx

Atun, Ata. (2016). Armenian Population in Eastern Anatolia between Years 1878-1915.

http://jml2012.indexcopernicus.com/abstract.php?icid=1048495&id_lang=3

Atun, Ata. (2013). ARMENIAN POPULATION IN EASTERN ANATOLIA AROUND 1915: A BRIEF HISTORY OF ARMENIAN HOAXES. Asian Journal Social Sciences & Humanities

http://jml2012.indexcopernicus.com/abstract.php?icid=1056159&id_lang=3

Atun, Ata. (2013). ARMENIAN POPULATION IN EASTERN ANATOLIA AROUND 1915.Academic Research International

http://jml2012.indexcopernicus.com/abstract.php?icid=1058355&id_lang=3

Hovanissian, Richard. (1963). Armenia On The Road To Independence, Los Angeles, s.9

Pastermadjian, Hrant. (1949). Histoire de l’Armenie, Paris, 1949, 2.nd Ed. Douredjián, 1987, s.374

Aya, Şükrü Server. (2013) Review of Near East Relief Report 31 Dec 1921, US Senate, 67th Congress 2nd Edition, Document No. 192, Washington, Government printing Office, 1922

http://armenians-1915.blogspot.com/2008/02/2335-free-e-book-near-east-relief.html

Yrd. Doç. Dr. Yurdagül ATUN

Kıbrıs İlim Üniversitesi

Öğretim Üyesi

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

TÜRKİYE-ÇİN TİCARETİNE HANIMELİ

TÜRKİYE-ÇİN TİCARETİNE HANIMELİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Dünyadaki değişimlerin başlıca aktörlerinden olan Çin, ekonomi argümanlarının çeşitliliği ve insan gücü bakımından da tüm ülkelerle ilişki halinde. Dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin, az nüfuslu Batı’dan, çok nüfuslu doğuya evrilmesinin doğal bir sonucu olarak Türkiye’nin de bu coğrafyaya ilgi ve ilişkisi sadece alım-satım bazında kalmıyor. Temelde ekonomi ve ticaret ekseninde şekillenen bu ilişkilerin Türkiye ayağı, iş birliklerini artırma çalışmalarıyla ivme kazanmış durumda.

Öncelikle, Çin deyince aklımıza ithal ürünler geliyor ancak nüfus olarak dünyanın en büyük ülkesi olan Çin, ekonomisinin hızla gelişmesiyle birlikte dışalımını da artırmış. Hatta siz “her şey orada üretiliyor. Dışarıdan ne alabilirler ki” diye düşünebilirsiniz, öyle düşünmeyin. Türkiye’den Çin’e mermer, maden, gıda (kiraz, kuru incir, zeytinyağı, kuru kayısı, antepfıstığı v.b), gül yağı, gül suyu, tıbbi ve aromatik bitkiler ve yağları, kanatlı hayvan, süt ve süt ürünleri, deniz ve su ürünleri ihraç ediliyor. Tabi bu ticaret hacminin genişlemesinde Türkiye Çin İş Geliştirme ve Destekleme Derneği’nin katkıları büyük.

Türkiye Çin İş Geliştirme ve Destekleme Derneği Başkan Yardımcısı Begüm Beyoğlu, Türkiye ve Çin arasında ihracat potansiyelinin artırılmasının yanı sıra, kültür, turizm ve spor alanlarında da Türkiye’yi tanıtmayı hedeflediklerini belirtiyor. İki ülke arasındaki ilişkileri kültürel boyutta da geliştirme yönünde çalışmalar yaptıklarına dikkat çeken Beyoğlu, 40 kişilik Çin Jiangsu Kadınlar Orkestrası ve 45 kişilik Zhe Jiang Wu Operası’nı Türkiye’deki sanatseverlerle buluşturduklarını, Afyonkarahisar’da Çin- İpek sergisinin hayata geçirildiğini açıklıyor.

Begüm Beyoğlu, Türkiye Çin İş Geliştirme ve Destekleme Derneği’nin kuruluş amaçlarını, Türkiye-Çin ilişkilerinde gelinen noktayı, pazar potansiyelini ve hedefleri şu sözlerle açıklıyor;

Soru: Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

Çocukluğumdan bu yana yabancı dillere karşı olan ilgim, farklı dil ve kültürleri öğrenmeye karşı güçlü bir merak duygum vardı. Lise eğitimim esnasında İngiltere’de yabancı dillimi daha da geliştirebilmenin yanı sıra, dünyanın çok farklı uluslarından aynı amaç için toplanmış arkadaşlar edindim ve bu yöndeki girişimlerim başlamış oldu. Yabancı dillere karşı olan ilgim, farklı dil ve kültürleri öğrenmeye olan merak duygumla, üniversitede yine farklı bir dil ve kültür üzerine bölüm tercihi yaptım ve 2006 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum. Aslında 1997 yılından beri iş hayatının içindeyim diyebilirim. Aile şirketlerimiz, Saha Laboratuvar Ltd Şti ve İldam Laboratuvar cihazları A.Ş’nin yönetim kurulu üyesi ve dış ticaret müdürüyüm. Ankara’da 1963 yılından beri laboratuvar malzemeleri üretmekte ve birçok ülkeye ihraç etmekteyiz. Hedefimiz, her zaman üretim kalitemizi daha da üst seviyelere taşıyarak ihracat rakamlarımızı artırmak. Yurtdışındaki fuarlara katılarak ürünlerimizi tanıtıyoruz.

Soru: Türkiye Çin İş Geliştirme ve Destekleme Derneği ne zaman kuruldu? Kaç üyeniz var?

2006 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’ne iş toplantıları için gitmeye başladım ve uzun bir süre Shanghai (Şangay) şehrinde yaşadım. Orada ortağı olduğumuz fabrikadan da birçok ülkeye ihracat yaparak bu alanda kendimi geliştirmeye devam ettim. Bu esnada da yine farklı bir kültür ve yabancı dili tanıma imkanım oldu. Çin’de kaldığım süre boyunca Türkiye’de başlamış olduğum Çince eğitimime Shanghai’da devam ettim. O dönem geliştirdiğimiz ticari ve dostluk ilişkilerimizi farklı bir mecraya taşıyarak, Çin’in potansiyelini gören arkadaşlarımızla Türkiye – Çin İş Geliştirme ve Destekleme Derneği’ni oluşturduk. Şu an derneğin başkan yardımcılığı görevini sürdürmekteyim.

Derneğimizin 50 üyesi bulunuyor ve bu üyeler Türkiye’nin önemli ithalat ve ihracatına sahip firma ve kuruluşlarıdır. Ayrıca derneğimizin üyelerinin yanısıra İzmir, Antalya, Muğla, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde de temsilcilikleri mevcut.

Soru: Bugüne kadar yaptığınız icraatlar ve hedefleriniz neler?

Derneğimizin, resmî kuruluş tarihi 25 Aralık 2018 olsa da Çin Halk Cumhuriyeti ile olan ilişkilerimiz 10 yıl öncesine dayanmakta. Dernek başkanımız İhsan Beşer öncülüğünde, Türkiye ve Çin arasında ihracat potansiyelinin artırılmasının yanı sıra, Türkiye’yi kültür, turizm ve spor alanlarında da tanıtmayı hedeflemekteyiz. Bu doğrultuda 40 kişilik Çin Jiangsu Kadınlar Orkestrası ve 45 kişilik Zhe Jiang Wu Operası’nı Türkiye’de misafir ettik ve gösterilerini izledik. Afyonkarahisar’da Çin- İpek sergisi açıldı.

Derneğimiz, TC Ticaret Bakanlığı, TC Tarım Orman Bakanlığı, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Süt Üreticileri Merkez Birliği, Türkiye Bilişim Derneği, Afyonkarahisar Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Ege Bölgesi Sanayi Odası, Çin Gıda ve Hayvancılık Tarım İthalat İhracat Ticaret Odası, Çin Baharatçılar Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi ve Kültür Müsteşarı ile işbirliği içindedir.

Ticari ilişkilerde ise Türkiye’den Çin’e mermer dışında ilk kez kiraz ihracatını gerçekleştirdik. Merkezi Pekin olan Çin Gıda ve Hayvancılık Tarım İthalat İhracat Ticaret Odası ile derneğimiz arasında bir işbirliği protokolü imzalandı. Bu kapsamda Çin Baharatçılar Birliği’ne bağlı üye şirketlerin oluşturduğu 36 şirketten 50 yönetim kurulu başkanı ve CEO’yu ülkemize getirerek TBMM, Afyonkarahisar, Isparta, Denizli ve İzmir’de ikili iş görüşmeleri gerçekleştirdik. Derneğimiz bu vesileyle Çin’den Türkiye’ye ilk alım heyetini getirmiş oldu.

Türkiye’den Çin’e mermer, maden, gıda (kiraz, kuru incir, zeytinyağı, kuru kayısı, antepfıstığı v.b), gül yağı, gül suyu, tıbbi ve aromatik bitkiler ve yağları, kanatlı hayvan, süt ve süt ürünleri, deniz ve su ürünleri ihraç etmekteyiz. Ayrıca turizm konusunda da (kültür, doğa ve spor turizmi) Türkiye’yi tanıtmak için gerekli çalışmaları üstlenmekteyiz. Ki 2010 yılında “Stratejik İşbirliği” düzeyine yükseltilen ilişkilerimizin, çalışmalarımızın katkısıyla hızla meyve verdiğini görüyoruz.

Soru: Neden Çin?

Çin Halk Cumhuriyeti, nüfus olarak dünyanın en büyük ülkesi. Ekonomisinin hızla gelişmesiyle birlikte son 30 yılda ihracatı ile beraber ithalatı da artmaya başladı. Çin’deki tüketim miktarlarının çok fazla olmasından dolayı ithalat potansiyeli de hayli fazla. Dolayısıyla Türkiye’nin de her geçen gün Çin’e artan bir ihracatı var ki bizim hedefimiz bu ihracat rakamlarını yükseltmek. Türkiye-Çin arasındaki ticaret dengesinin Türkiye lehine iyileştirilmesi, Türkiye ekonomisi açısından büyük fırsatlar içeriyor.

Yrd. Doç. Dr. Yurdagül ATUN

Kıbrıs İlim Üniversitesi

Öğretim Üyesi

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

TÜRK’ün ARAP’la İMTİHANI

TÜRK’ün ARAP’la İMTİHANI
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye’nin, yıllardır süregelen PKK belasını tarihe gömmek üzere başlattığı “Barış Pınarı Harekatı” elbette bu sorundan, bölgedeki kaostan nemalanan, Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen, terörden ticari/siyasi kazançlar elde eden kesimleri mutlu etmeyecekti.

Nitekim sosyal medyada bir iki ülke hariç bir çokları harekata karşı olduklarını belirtti.  Kahire merkezli Arap Birliği’nden de harekata ilişkin çöp hükmünde bir kınama geldi. (Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, Kuveyt, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya, Sudan, Somali, Cibuti, Komorlar ve Filistin’den.) Ortadoğu üzerinde oynanan oyunları, gerçek niyetleri, hedefleri bildiğimiz için bu tepkilere hiç şaşırmadım. Zira doktora tezim için 1950-1960 yılları arasındaki Kıbrıs Türk basınını incelerken şaşırmıştım, bitti.

“Aaa, Mısır BM’de Rumları savunmuş, aaa, Makarios İngiliz Yönetimi tarafından Seyşel Adalarına sürgün edildiğinde, ‘arkandayız, gel karargahını buraya taşı, buradan yürüt Enosis çalışmalarını’ demişler, aaa Kıbrıs Türkleri katledilirken Rum’dan yana olmuşlar,” vs…

Bu milletleri tanımayanlar şaşkın. “Nasıl olur” diyorlar. Hani ümmettik, hani her koşulda bunların arkasındaydık?

Anlatayım değerli okur; Biz bunlarla hiçbir zaman dost olmadık.

Hani, I. Dünya Savaşı’nda Arapların, İngiltere ile işbirliği yaparak Osmanlı kuvvetlerine saldırdıkları söylenir ya, külliyen doğrudur. “Kavmi Necip = Güzel, temiz millet” diyerek onurlandırdığımız ve her şeraitte koruduğumuz Araplar, Osmanlı askerini arkadan vurmuşlardır. Bugün Kürtlere vaat ettikleri gibi,  İngilizler, Mekke Şerif’i Hüseyin’e “Ortadoğu’da Arap Krallığı kurup, seni başına getireceğiz” vaadinde bulunmuş, buna inanan Hüseyin İngilizlerle bir olup Osmanlı’ya saldırmıştır. Sonu pek sürpriz olmamıştır hikayenin. Savaş bitince, İngiliz verdiği sözden caymış, sus payı olarak çocuklarından birini Ürdün, birini Irak kralı yapmış, buna da otur oturduğun yerde demiştir. Mekke Şerifliği elinden gidince ve yönetim Suudi ailesine verilince “kandırıldım” diye feryat etmiştir Hüseyin. O zamandan bu zamana öfkeleri geçmez. Hatta hırslarını, Kabe’nin etrafındaki Osmanlı revaklarını yıkarak alırlar. Tamir bahanedir…

Bugüne gelirsek; Suudi Arabistan ve BAE ikilisi Türkiye’nin, Ortadoğu ve Afrika başta olmak üzere bir zamanlar Osmanlı toprağı olan diyarlarda yeniden at koşturmasından, söz sahibi olmasından rahatsız.

Bunu, Suud medyasının Türkiye karşıtı yayınlarına hız vermesinden, -Türkiye’nin, özellikle Cemal Kaşıkçı cinayetine yönelik sergilediği kararlı tutumun ardından- bu yayınlarda kullanılan dilin sertleşmesinden, asılsız suçlamalar ve iftiraların havada uçuşmasından anlayabiliyoruz.

Türkiye bu coğrafyada nereye adım atsa, bu ülkeler karşı atağa geçerek engel olmaya çalışıyor; Somali, Sudan ve Libya bu karşı atağın son örnekleri. Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Müslümanların sorunlarına çare arayan tek Müslüman lider” imajını yerleştirmek için çaba sarfettiğini iddia eden bu milletin, kendi tabanlarını ayakta tutmak için kullandıkları en önemli argüman da Türkiye ve Osmanlı düşmanlığı. Osmanlı devletini, “Birinci DAEŞ Devleti” olarak nitelendirecek kadar akıl tutulması yaşadıkları ortadayken, Barış Pınarı Harekatını desteklemelerini beklemiyoruz zaten.

Suud medyasının neredeyse tüm organlarında Batı’daki Türkiye karşıtı yazıların kötü kopyaları yayımlanıyor sürekli. Bunun sebebi de sahiplilik durumu zira Suud medya organlarının ekseriyeti doğrudan veya dolaylı olarak iktidardaki aile fertlerine bağlı. Özellikle Muhammed bin Selman’ın gelişiyle beraber belli başlı yayın organlarının yöneticileri değişirken, korkutma ve sindirme politikasıyla Suud medyası aykırı seslere kapatılmış durumda. (Kaynak A.A.) (Aykırı ses Cemal Kaşıkçı cinayetindeki pervasızlık, bugün Suud medyasının geldiği noktanın yanında, Batının ikiyüzlülüğünü ve iğrençliğini gözler önüne seriyor. Çıkar odaklı müttefiklerin alenen sınırsız ayıplarını örten bu yapı, akademinin uluslararası ilişkiler ve siyaset bölümlerinde ders olarak okutulacak gibi görünüyor.)

Kısaca Filistin ve Ürdün’e değinelim;

Filistin… Zamanında Osmanlı’ya başkaldırıp ihanet eden Filistin… Kudus’ü, ecdad emaneti olarak gören Sultan Abdülhamid Han, Yahudilere yerleşim izni vermeyince topraklarını para karşılığında –gizli gizli- Yahudilere satmaya devam eden Filistin… “Geçmiş geçmişte kaldı” dedik, “O, yaptıklarının bedelini misliyle ödedi” dedik, biz koruyup kollamaya devam ettik. Kudüs dedik, kutsal dedik, nefret kazanma/düşman edinme pahasına dünyaya kafa tuttuk bunlar için. Peki onlar ne yaptı? Filistin Devleti, sözde Ermeni soykırımının 100. yıl anısına, Ermenistan görüşünü destekleyici pul bastırdı. Yetmedi, Rum kesimine yaptıkları ziyarette, “sizin ülkeniz de bizimki gibi işgale uğradı” dedi Türkiye’yi kastederek.

Bundan 2 buçuk yıl önce de Umman Sultanı Kabus, Güney Kıbrıs’a (Rum kesimine) Umman Donanması’na ait Alasia adlı gemiyi hediye etti. Gemi öyle büyüktü ki, Evangalikos Floricas Üssü’ne sığmadığından Larnaka’da konuşlandırıldı. Geminin teslim töreninde konuşan Rum Savunma Bakanı Fokaides “Kıbrıs’ın ne coğrafyası, ne de düşmanları değişmeyecek” deyince, “Yanınızdayız… Dostuz” dedi Kabus… Alasia’yı soracak olursanız bugün GKRY’nin ilk açık deniz karakol gemisi olarak görev yapıyor.

Bunları düşmanlık olsun diye anlatmadım. Diyorum ki uluslararası ilişkilerde mutlak dostluklar, mutlak düşmanlıklar yoktur, çıkarlar vardır. Biz de bunu bilerek hareket edelim, zor günümüzde yanımızda olmayanları bir kenara not alalım.

Yrd. Doç. Dr. Yurdagül ATUN

Kıbrıs İlim Üniversitesi

Öğretim Üyesi

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

 

Devamını Oku

TÜRK TOPRAKLARI NASIL EL DEĞİŞTİRDİ?

TÜRK TOPRAKLARI NASIL EL DEĞİŞTİRDİ?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Dünyanın ilk 5 yıldızlı otellerinin bulunduğu, dünyanın en ünlü aktör ve aktristlerinin müdavimi olduğu tatil beldesi Maraş.

Bundan 7 yıl kadar önce Amerikalı, AB’li yetkililerin gizlice bölgeyi gezmesinin ardından “verildi, veriliyor” söylentileriyle haberlerimize konu olan Maraş, bugünlerde yine gündemin başköşesine yerleşti.

Bu sefer haber bizden geldi. Hoşumuza da gitmedi değil.

Düşünün dünyanın en güzel sahilinin halka açılması bir yana, Mağusa, o korkunç garabet yıkıntılardan kurtulacak.

Maraş konusunda birçok haber, röportaj yaptık.

Maraş’ın vakıf malı olduğunu, vakıf mallarının ise hiçbir şekilde satılamayacağını, devredilemeyeceğini, hibe edilemeyeceğini, dolayısıyla Maraş’ın yasal sahiplerinin “Rumlar” değil, Türkler olduğunu belge ve tapularla ortaya koyduk.

Türk Tarih Kurumunun eski başkanlarından, eski milletvekili Yusuf Halaçoğlu, kendisiyle yaptığımız bir mülakatta Maraş konusuyla ilgili olarak şöyle demişti:

-“Elimizde tüm bölgenin dökümü var. Buna göre Abdullah Paşa Vakfı’nın 78 bin dönüme yakın arazisi olduğunu görüyoruz.

İngilizlerin kullandığı Agrotur ve Dikelya üslerinin olduğu araziler bile vakfın.

1878’de İngilizler geçici olarak alıyor, işletiyor, 1914’te iltihak ediyor.

Maraş ve Mağusa bölgesi de vakıf arazisi.

Lala Mustafa Paşa’nın otağından Maraş’a kadar uzanan yerde 30 bin dönüm arazisi görünüyor.

Osmanlı’nın itirazına karşın el konulmuş.

Gümrükçü Osman Vakfının bir mensubu bunu mahkemeden tescil ettirmiş.

Mülhak vakıfların uluslararası hukukta yeri var. Mülhak mallar devredilemez, hibe edemez, temlik edilemez.

Vakıfların mirasçıları bugün hak talebinde bulunabilir.

Bunları araştırmamız gerek. Araştırır ve bulgularla hareket edersek Kıbrıs’ta Rumlara ödenen tazminatları ödemek durumunda kalmayacağız.

Bununla ilgili çalışma grubu kuruldu. Belgeler var. Türkiye zaten biliyor.

Ben söyledim. Şunlar şunlar yapıldığı takdirde Kıbrıs Rumları bunun altından kalkamaz dedim. Türkiye ile masaya oturmak zorunda kalır.

Londra ve Zürih anlaşmaları yapılırken, gasp edilen vakıf mallarıyla ilgili Kıbrıs Türk Toplumu’nun haklarının saklı olduğu, malların geri alınması için başvurulacağına dair taslağa şerh düşülmüş.

Gazimağusa Mahkemesi de izolasyonların kaldırılması karşılığında Maraş’ın Rumlara verileceğine dair demeçlere karşı bölgenin vakıf malı olduğunu tescillemiş.

Dolayısıyla mallar karşılığı çok yüklü bir tazminat isteyebiliriz.

Türkiye’de Vakıflar Yasası çıkardık. 1936’daki beyannameden fazla arazi verdik ancak Bulgaristan, Yunanistan ve Kıbrıs’ta kalan Osmanlı dönemi vakıfları konusunda karşılıklılık prensibini işletmedik.

Madem AB bu yasaları istiyor, biz de çıkarıyoruz, üye olan o ülkelerden de bu yasaların çıkarılması talep edilmeli.

Kıbrıs’taki vakıfların çoğu zati vakıftır. O yüzden hediye edilmez, hibe edilmesi mümkün değil. Maraş’ı verin diyorlar ya, veremezsiniz kardeşim!” –

Kıbrıs Vakıflar İdaresi Eski Genel Müdürü Taner Derviş de, yıllardır elinde çantasıyla kapı kapı gezerek, Maraş’ın Vakıf malı olduğunu anlatmaya çalıştı.

Kendisiyle yaptığımız bir röportajda da Kapalı Maraş bölgesinin 1878 yılından itibaren, hukuka aykırı bir şekilde Kıbrıslı Rumlar tarafından gasp edildiğini ve işgal edilmiş vakıf toprakları üzerinde inşa edilmiş turistik ve ticari tesisler ile Kıbrıslı Rumlar’ın önemli oranda haksız kazanç sağladığını ifade eden Derviş, “Maraş’ta hukuk kurallarına aykırı bir şekilde işgal edilmiş vakıf emlaktan ötürü Kıbrıs Türk Halkı adına mülkiyet ve 133 yıllık tazminat hakkı doğmuştur” demişti.

Tüm bu gerçekler ortadayken, Türk ismi taşıyan bazı hukukçular çıkarak, zaman aşımından söz ediyor ve Maraş’ın esas sahibinin Kıbrıslı Rumlar olduğunu, son tapuların geçerli olduğunu savunuyor.

Kimileri de çıkmış, Dr. Fazıl Küçük ile Rauf Denktaş’ın, tazminat alarak vakıf haklarını İngilizlere devrettiğini söylüyor.

Öncelikle bu hukukçunun kimin avukatı olduğunu sormamız gerekecek zira kendi hakları yerine başkalarının haklarını savunmak için başkasının avukatı olmak gerek.

İkincisi, yani Dr. Fazıl Küçük ile Rauf Denktaş’ın para alıp, vakıf haklarından feragat ettiğine dair iddialara gelelim şimdi.

Diyelim ki Dr. Küçük ve Denktaş bu parayı aldı. Peki vakıf malının veya başkasının malının satılması/hibe edilmesi/ sahiplenilmesi hukuk kurallarınca mümkün mü?

Hele hele mülhak vakfın?

Hani diyorsunuz ya, mallar er-geç sahibine verilecek, neden Abdullah Paşa Vakfının varislerinden Suna hanımın yıllardır verdiği hukuk savaşını dillendirmiyorsunuz?

Suna hanımın malını kim kime nasıl hibe edebilir sizce?

Yazı uzun olacak ama şu bilgi de aklınızın bir köşesinde dursun.

Çınarlılı (KKTC) köylülerle bir mülakat yaptığımızda hiç beklemediğimiz anda ortaya çıkan bir bilgidir bu.

Yıllarca arşiv karıştırsanız ulaşamayacağınız türden…

Çınarlı Köyü sakini Ahmet Sunal, Osmanlı yönetiminde bulunan Kıbrıs adasındaki Türk topraklarının şimdi nasıl olup ta Rumlarınkinin çok altında göründüğüne şu sözlerle açıklık getirmişti:

-“1914’den sonra İngilizler, ‘burası benim’ dedi. Topraktan, mülkten vergi almak istedi. Bizimkiler de ağır vergilerden korunmak için kendi mallarına ‘benim malım’ demedi.

Osmanlı İdaresindeki bir yerde neden Türk toprağı Rumların toprağından azdır sorusunun cevabı budur.

O zaman toprakları tespit etsinler, kayıt altına alsınlar diye rehberler getirdiler. İnsanlar vergi verme zorunluluğundan ötürü ‘bu benim’ diyemediğinden, ‘sahipsizdir, yaz kiliseye…’ dediler.

Dedemin (babamın babası) üzerine 90 dönüm arazi yazılıydı. Sırf üzerinde fazla görünmesin diye üzerine almadı, mal devlete kaldı.”-

Özetle, Kapalı Maraş’taki mülkiyet haklarının Abdullah Paşa, Lala Mustafa Paşa ve Bilal Ağa Vakıfları temelinde Kıbrıs Vakıflar İdaresine ait olduğu, Kapalı Maraş’taki toprağın yüzde 99.9 oranında hukuk kurallarına ve Kıbrıs Yasalarına aykırı bir şekilde, Kıbrıs Rum Kilisesi, Rum turizm şirketleri ve Rum şahıslar tarafından işgal edildiği yani, Kapalı Maraş bölgesindeki 4,638 dönüm 300 a2 tutarındaki vakıf emlakının yüzde 99.99’unun gasp edildiği, Vakıflar İdaresinin elinde sadece 1 dönüm 2 evlek 452 a2 tutarında emlak kaldığı belgelerle sabitken, Rum lehine nöbetlere tutulmak pek yakışık almıyor.

1958 yılından günümüze kadar statüsü değiştirilmiş, zarara uğratılmış Kıbrıs Türk Halkına ait özel mülkiyetten kaynaklanan toprak ve tazminat haklarına sahip çıkmamız gerekiyor.

Bu tespitlerden hareketle, 1878 tarihinden itibaren hukuk kurallarına aykırı bir şekilde gaspedilmiş Vakıf emlakından kaynaklanan toprak ve tazminat haklarının uluslararası platformda ve müzakere sürecinde savunulması KKTC için hayati önem taşıyor.

Ve yasal olmayan yollardan “yasal sahip” payesini kazanan Rumların, yıllarca kanunsuzca üzerinde oturdukları toprakları geri alabilmek için kapı kapı gezerek yaptıkları kara propagandaya alet olanlara sesleneyim; Kıbrıs Türk’ü borçlu değil 136 yıllık alacaklı.

Öyle alacak verecek işlerine girerseniz, altından kalkamazsınız.

Rum’un avukatlığına soyunursanız, tarihin arka planını aklamanız gerekir ki, o bilgi sizde yok. O yüzden oturun, oturduğunuz yerde…

Yrd. Doç. Dr. Yurdagül ATUN

Kıbrıs İlim Üniversitesi

Öğretim Üyesi

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.