Tamer Uysal

Tamer Uysal

05 Mart 2022 Cumartesi

Kediler Kitabı

Kediler Kitabı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

-1-

17 Şubat “Dünya Kediler Günü”dür… Garfield, Tırmık, Tom ve Jerry, Pembe Panter ve daha niceleriyle, okuduğum kedi konulu mangalar vs. ile çocukken girmiş hayatımıza, onu dolduran şirinliklerinden vazgeçilmezlerimiz,  günün birinde ortadan kayboluşlarıyla bizi üzen dostlarımız olmuşlar.

Öyle ki “Yüzyıllar boyunca kedilere tanrı gibi tapıldı. Ve kediler bunu hiç unutmadı.” denmişti. Yarı tanrı olarak kabul edildiler; Antik Mısır’da kediyi bir firavun gibi yarı tanrı ilan eden Eski Mısırlılar tahıl depolarına dadanan kemirgenlere karşı mahsullerini korumak için yapmışlar bunu. Bir süre açık arazide çalıştım. Burada bir itfaiye istasyonu da vardı ve orada görevli erler bana özellikle kedi beslediklerini böylelikle yılan gibi sürüngenleri binalarından uzaklaştırdıklarını söylemişlerdi…

İngiliz zoolog Desmond Morris 1992’de Kedinizle Tanışın adlı bir kitap yazmış, 2014’te kitap YKY’nca yayınlanmıştı. Burada “Kedi Niye Tıslar?” sorusuna yılanları taklit ettiğini söylüyor Desmond Morris. Kuyruk sallamasının da yine bunun belirtisi olduğunu ifade ediyordu.

Küçükken minik civcivleri de alır beslerdik. Gözümüz gibi baktığımız bu hayvanları sokağımızın kedileri kapıp götürünce çok üzülürdük, kızardık onlara. Sokaktaki bir kuşun peşindeki kedileri de bu yüzden kovalardık. Halbuki binlerce yıl içinde evcilleşmiş bu can dostlarımız hiç de vahşi ataları kadar avcı değillermiş, kuyruk sallayıp kuşları kaçırırlarmış sadece. Belki içgüdüyle yapılan bir avlanma oyunu…

Desmond Morris, kedinin asıl avının kuşlar değil kemirgenler olduğunu, ABD’de yapılan bir araştırmaya göre kedilerin beslenme düzeninde kuşların sadece yüzde 4’ü oluşturduğu da yazıyordu. Çiftlikte bakılan kedilerin kemirgen nüfusunun artışını önlediğini belirtiyordu. Kimyasal ilâçlarla yılanların yok edilmesinin besin zincirinin dengesini bozarak nasıl zaman zaman zararlı kemirgen popülasyonunda artışa yol açtığını anımsayın. Bir belgeselde Kedilerin tekrar vahşi yaşama karıştıktan sonra en çabuk ve en iyi adapte olabilen evcil hayvanlar olduklarını öğrenmiştim.

Mark Twain, “Tasmaya köle olmayacak tek bir canlı vardır. Kediler… Bir insan bir kediyle karışsaydı bu insanı geliştirirdi ama kediyi bozardı.” der. Günün 24 saatini sokakta geçiren bir hayvan bu kadar parlak ve temiz görünme mucizesini nasıl gösteriyor bu da büyük beceri doğrusu. Kediler günde 8 saatini kendini yalanarak geçiren bir hayvan. Bunu da bir yerlerde okumuştum sanırım. Günümüzden 4 bin yıl önce evcilleştirilmiş hem sosyal hem yabanıl davranışlar sergileyen kedi dostlarımızın benimsenip insanlarca sahiplenmelerine belki o yetenekleri de yol açıyordur.

Morris üreme hızında endişe edilen sokak kedileri için İsrail’de uygulanan bir yöntemi de dile getirir: “Kedilere doğum kontrol hapı”…

Ve kedi okşanmayı neden sever? Çünkü insanları “anne kediler“ olarak görürler. Bir yavru kedi için anne kedi “besleyen, temizleyen, koruyan” olarak neyse insanlardan da o sevgiyi sıcaklığı şefkati bekliyordu; tıpkı bir “evlat” gibi.

“Yazarlar kedileri sever çünkü kediler sessiz, sevilesi ve bilgedir. Ve kediler de yazarları sever; aynı sebeplerden…” demiş Robertson Davies. Peki kediler sadece yazarları sever sevilir de ya başka?  2 aile bireyini “kanser” illetinden kaybetmiş bir evlat, bir kardeş olarak yıllar önce okuduğum bir haberi nasıl unutabilirdim ki: Bir kanser hastası kediyle arkadaş olup onu severek kanser denen illeti yenmiş.Bir haberde oksitosin hormonu insanı hayata bağlıyor, hayvan seven insanlarda oksitosin hormonu salgılanıyor ve insanlar kendilerini hayvan severken huzurlu hissediyor deniyor. Charles Bukowski, “Moralim bozuk olduğunda yapmam gereken tek şey kedilerimi izlemektir. Ve cesaretim birden döner.” diyordu.

Aynı gezegeni paylaştık, biz onları sevdik onlar bizi sevdi. Sevmeyenlerden de hiç olmazsa incitmemelerini bekledik. Ve ne çok kitaplar yazıldı onlar için, ne çok kitaplar okuduk sayelerinde:

3/KEDİ

 

İsterdim olsun evimde :

Bir kadın halden anlar,

Kitaplar arasında bir kedi,

Cümle dostlar her mevsimde

Dilediğim yalnız bunlar.

 

(Çeviren Oktay AKBAL)

Salâh Birsel “Kediler” adlı denemesini Apollinaire’in Hayvan Öyküleri Kitabı’ndaki “Kedi” başlıklı bu şiiriyle bitirir.(s. 77)

Kediler ressamlar ve yazarlar arasında da kendilerine bir sürü dost yazmışlardır. Örneğin, Picasso’nun iki kedisi vardı. Petrarca kedisiyle gömülmüş, Hemingway evinde otuzu aşkın kedisiyle yaşardı. (Kediler, Salâh Birsel, Sel Yayıncılık, 2019, s. 67)

Aldous Huxley, bu yüzden, kendisine yazar olmak için ne yapması gerektiğini soran bir gence:  “Kedi edinin!” demiştir.  (s. 68)

Bilge Karasu iki kitabının başlığında kedileri kullanmıştır: Ne Kitapsız Ne Kedisiz (1994) ve Göçmüş Kediler Bahçesi’nde (1979).

“Bir Hayvanla Yaşamak” adlı denemede “Özellikle binlerce yıldan beri insanla öğür olmuş kedide, köpekte sevgiyi görememek, hiçbir şeyi görememe durumunda olmakla bir.” demektedir. (Ne Kitapsız Ne Kedisiz, Bilge Karasu, Metis Yayınları, 12. Basım, 2020, s. 69)

 “Besleriz; en ufak bir beklentimiz yerine gelmediğinde ‘nankör’ deriz ona.” (s. 71)

“O bizim dilimizi anlamasını bir parça öğrenir. Aynı şeyi biz niye yapmayalım?”

“Ortak bir ‘dilimiz” olabilir; o dili kurabiliriz. (Kedinin ‘anne’ demesi gerekmez bu ortak dilin kurulması için…)(s. 72)

Karasu diğer kitabında da (Göçmüş Kediler Bahçesi, Bilge Karasu, 14. Basım, 2020) kediler hakkında şu notları düşüyor:

“Burası göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.” (s.158)

“Ağaçların arasına dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile bakmadım. Kedi geçti gitti. Açtı; yorgundu belki. Ölmüştür şimdi. Göçmüştür bu bahçede.” (s. 159)

“Aradığımın ‘mutluluk’ olmadığını, olamayacağını anladım geçen yıllar içerisinde;  mutluluğun tanımı nasıl yapılırsa yapılsın… (Ya da, küçücük bir umudun gerçekleşmesi ne getiriyorsa ona ‘mutluluk’ adını veririz, olur biter.) (s. 214)

“Kedilere benzeyebilseydik keşke. (…) Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi.”

“Bizlerse, (…) bir dizi anın her birinin biricikliğini şuncacık olsun farketmiyoruz. (…) Ama kedi sever gibi sevmemelisiniz sevdiklerinizi.” (s. 214-215)

Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir. (s. 218)

Kediler için neler neler yazıldı, daha neler yazılabilir kim bilir…

 -2-

“Zaman gelecek, hayvanları öldüren kişiler insanları da öldürmeye başlayacaktır.” (Leonardo da Vinci)

Hayvan Hakları Federasyonu  (HAYTAP) Başkanı Av. Ahmet Kemal Şenpolat, 2015’te 111 Soruda Hayvan Hakları adlı bir kitap yayımlamış. Bu kitabın gelirleri de hayvan projelerine adanmış.

Hayvan sevgisi kadar hayvanların korunmasında da bilincin gelişimini amaçlayan kitap 111 soru-yanıtla merak edilen konulara temas ediyor.

Kediler 10 bin yıldır hayatımızda, “2004 yılında ise Kıbrıs’ta bulunan kedi mezarı, kedilerin evcilleştirilmesinin en az 9.500 yıl öncesine gittiğinin kanıtıdır.” “Eski Mısır’da kedi tanrıçası Bast’ın bir tapınağı bulunurdu.”  (111 Soruda Hayvan Hakları, Av. Ahmet Kemal Şenpolat, Okuyan Us Yayınları, 2.Basım, 2018, s. 271) Kedi öldürmenin cezası da idamdır. Amaç kedilerin korunmasıdır.

Buna karşılık ortaçağda kediler şeytan kabul edilip öldürülmüşlerdir. Büyük veba salgınında (1347-1351) insanları veba salgınına yol açan farelerden kurtaran yine kediler olmuştur. (s. 272)

Evcilleştirilerek aslında hayvanların doğal yapılarını da bozmuş olduk. Kitapta özellikle bu yüzden iki konuya vurgu yapıyor:

“Sokak hayvanı” yerine “Sokağımızın hayvanı”, “Sokak hayvanı sorunu” yerine “Sokak hayvanlarının sorunu” ve “Hayvan barınağı” yerine “Bakımevi” ya da “Rehabilitasyon merkezi ve bakımevi ” ifadelerinin kullanılması… (s. 127-130)

“Sahipsiz hayvanlarla yaşamayı öğrenmemiz gerektiği gerçeğini kabul etmeliyiz. Çünkü bu canlılar sokak hayvanı değil, sokağımızın hayvanlarıdırlar.“ (s.54)

Hayvan sahiplenmek bir hayvanı koruma altına almamız anlamına geliyor. (s. 55)

“5199 sayılı Hayvanları Koruma Yasamızda hayvanlara karşı yapılan insafsızca hareketler maalesef suç olarak belirlenmediği için cezalandırılamaz.” (s. 59)

Kısa kısa kitaptan notlar…

Bunun için hayvanlara karşı şiddet kabahat (idari suç) kapsamından çıkarılıp suç kapsamına alınmalı yargılanmalıdır. Gelişmiş ülkelerde de böyledir, hapis cezasına çarptırılmaktadır.

Bakımevini klinik fonksiyonlara sahip şekilde açması gereken kurumlar en başta uzman personel ve finansmana sahip belediyelerdir. Devletin görevi hayvanların korunması, kontrol altında tutulması, rehabilite edilmesidir.

“Köpekler bölgesel hayvanlardır. Yani insandan uzak bölgelerde tek başına yaşayamazlar.” diyen Şenpolat, ağırlıklı olarak soğuk iklimin sürdüğü gelişmiş ülkelerin koşulları örnek gösterilerek sokağımızın hayvanlarının ortadan kaldırılmak istenmesi konusunda da dikkat çekiyor…

Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6’ncı maddesi hayvan haklarının kırmızı çizgisi. Çünkü bu madde hayvanların rehabilitasyonundan sonra alındıkları (alıştıkları) bölgeye salıverilmesini içeriyor. Doğal hayatımızın bir parçası hayvanların özgürlük hakkını da kapsayan yasanın 6. maddesinin tartışılması abesle iştigal değil mi?

-3-

“Derim ki ben

Kedileri severken ağlayınız

Beyaz değil aslında mahzundur kediler”

(İsmail UYAROĞLU)

Genellikle insanlar kedilerin evden bir süre uzaklaşıp sonra (hatta aylar sonra) geri dönme nedenlerini pek anlamazlar. Salâh Birsel, bir hayvansever ve kedi tutkunu olan Paul Léautaud’tan bahsederken şöyle diyor: “Fransız   yazarlarından Paul Léautaud’nun kedileri de sık sık evden uzaklaşır. Sonra gelirler, karınlarını doyurup yine ortalardan silinirler.  Nedir, Çinli adlı kedisi de firar oyunu oynadığında hüngür hüngür ağlamıştır. Sonra da kendini Plessis-Piquet sokağına atarak her yeri tartak martak getirmiştir.” (a.g.e., s.55)

Desmond Morris, “Kediler neden önce dışarı çıkmak, sonra da tekrar içeri girmek için bağırır?” sorusuna şu yanıtı veriyor:

“Kediler kapılardan nefret eder. Kapıların kedi ailesinin evrimsel hikâyesinde hiçbir yeri yoktur çünkü. Kolaçan etme faaliyetini sürekli engelledikleri yetmezmiş gibi, bir de kedilerin kendi yaşam alanlarını keşfe çıkıp sonra kendi güvenli merkez üslerine dönmelerini önlerler.” (a.g.e., s. 60)

“Bir kedi sizin dostunuz olur ama köleniz asla” demiş Théophile Gautier de…

Kedileri sevelim… Yeter ki bizle beraber ara sıra kaçamakları olsa da yanı başımızda olsunlar, olsunlar ki sevebilelim…

Hayvanları sevelim.

Tamer UYSAL

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

İZMİR ÜZERİNE…

İZMİR ÜZERİNE…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Eski İzmir M.Ö. 3000 yıllarına uzanan tarihine rağmen ancak son yarım yüzyıllık kazılarla İzmirli arkeolog ve tarihçi Ekrem Akurgal tarafından ortaya çıkarılan bir kent. Yine ünlü şair Homeros’un doğum yeri olan İzmir, İyonya döneminde “kent federasyonu” şeklinde örgütlenmiş kentler birliğinin en önemli ve yaşamını sürdürebilen tek kentidir. Eski kaynaklarda İzmir kentinin Erektid kralı Tantalos tarafından kurulduğu belirtilir. 14.Yy’da Smyrna adının Yamanlar Dağı yamaçlarında yerleşen Amazonun adından geldiği söylenir. M.Ö. 11.Yy’da Dor istilasından kaçan Akalar (Aioller ve İonlar) Yunanistan’dan gelerek İzmir ve çevresine yerleştiler. Akalar’ın yerleştiği Biga yarımadası güneyinden İzmir dolaylarına kadar olan Bakırçay ve Gediz vadilerini içine alan bölge “Aiolia”, İzmir’den Büyükmenderes’e kadar uzanan bölge “İyonya” adıyla anılıyordu. İyonya’da Smyrna ile birlikte Efesos, Miletos gibi antik kentler de kuruldu ve sanatta ve denizcilikte çok ilerledi.Eski Yunan destanları M.Ö. 7.Yy’dan itibaren yazılı hale getirilmişti. M.Ö. 3 bin yıllarında Ege Bölgesi’nde Hititlerle ticaret yapan Truva Uygarlığı hâkimdi. Truva Savaşını anlatan Homeros’un İlyada Destanı’nda da Smyrna adından söz edilmektedir. Büyük saldırılar sonucunda Troya’nın yıkılmasıyla 500 yıllık karanlık döneme giren Batı Anadolu’da M.Ö. 14.Yy’dan sonra bölgeye yerleşen Erektid kralı Tantalos tarafından kurulmuştur. 11.Yy’da bölgeye yerleşmesiyle Smyrna İyonların, M.Ö. 7.Yy’da da Lidyalıların eline geçti. M.Ö. 546 yılında Pers kralı Kiros Lidya kralı Kroisos’u yenerek Anadolu’yu egemenliği altına alınca Sard, Pers İmparatorluğu’na bağlı 20 satraptan (valilik) biri oldu ve Smyrna buraya bağlandı. Ancak Perslerin boğazları ele geçirmesi nedeniyle Karadeniz’deki kolonilerle ilişkisi kesilen İyonlar Yunanlılardan yardım istemek zorunda kaldılar.İyonya yüzünden Persler ve Yunan şehirleri (Atina ve Sparta) arasında uzun süren çetin savaşlar oldu. İyonyanın bağımsızlığı sorunu nedeniyle çıkan Pers-Yunan Savaşı, Perslerle anlaşan Atinalılarla Spartalıların arasını da açmış (M.Ö.494-404 yılları) süren kardeş kavgası Yunanlıları yıpratmıştı. Sonunda Yunanistan ve İyonya Makedonya kralı Büyük İskender’in eline geçmiştir. Helen kültürü Asya’ya buradan yayılmıştır. İzmir daha sonra sırasıyla Romalıların, Hunların, Bizanslıların, Anadolu Selçuklu Devleti’nin, Arapların, Timur’un, Haçlıların, Aydınoğulları Beyliği’nin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlıların yenik çıkmasıyla Yunanistan’a bırakılmıştır. Emperyalistlerin 15 Mayıs 1919 sabahı savaş gemilerini körfeze demirlemesiyle başlayan işgaline 9 Eylül 1922’de yakılan kurtuluş ateşinin ve Türk ordusunun İzmir’e girmesiyle son verilmiş ancak 13 Eylül sabahı İzmir’de yangınlar çıkmış, bütün kent büyük zarar görmüştür.İzmir, İyonlar zamanında Atina-Trakya ve Batı Anadolu İyon şehirleri arasında kurulan deniz birliğinin üyesi, Osmanlı zamanında da bir sancağa bağlı olan bir liman kenti olarak çok gelişmiş, klasik Helen, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemi gibi çok çeşitli kültürün etkileri altında kalmıştır. İzmir’de bugün bulunan kale, cami, kilise, han gibi eserlerde ve ören yerlerinde bu zengin kültürün izleri bulunmaktadır.Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın 1950’li yılların başında başlattığı ve aralıklı olarak sürdürdüğü kazılarda ortaya çıkarılan İzmir’in ilk yerleşim bölgesi olan Smyrna, Bayraklı sırtlarında bulunmaktadır. Bayraklı’da bulunan bir tepede (Tepekule) yapılan kazılar en alt katın M.Ö. 3 bin yıllarına uzandığını doğrulamaktadır. İkinci kat Hitit ve Troya çağıdır (M.Ö.2000-1200). Üçüncü kat Grek devridir ve 10.Yy’dan 4.yüzyıla kadar devam eder. Büyük bir ticaret ve liman kenti olduğu anlaşılan Bayraklı’daki tepede bugün mabet, çeşme, binalar ve surlarla beraber şehrin efsanevi kurucusu Tantalus’un da mezarı vardır. Tepe vaktiyle bir yarımada olup gemilerin yanaşmasına müsait bir yerdi.M.Ö.600 senesinde Lidya kralı Alyates tarafından yakılmış ve tekrar kurulmuştur. Hocası Aristo İzmir’i İskender’e övünce görmeye gelen Büyük İskender’in emriyle şimdiki İzmir’in bulunduğu güneydeki şehre hâkim olan Kadifekale (Pagos Tepesi) eteklerine taşınmıştır.Kadifekale’nin bazı kısımları ve Akropol, Babil seferinde ölümünden sonra Büyük İskender’in şehri kuran generali Lysimakhos tarafından yaptırılmıştır. Roma ve Bizans döneminde onarılan kalenin Basmane ve Agora’yı içine alarak kıyı boyunca uzandığı ve buradan Değirmentepe’ye gittiği sanılmaktadır. Kale duvarlarının uzunluğu 6 km’yi buluyordu. 20-25 metre yüksekliği bulan duvarları 24 kule ile desteklenmişti. Kale içinde saldırı sırasında halkın kullanması için yapılan, tavanı direklerle desteklenen sarnıçlar hala durmaktadır.Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasından sonra modern bir kent olma yoluna giren İzmir, her geçen gün bu özelliğini geliştirmiştir. Ancak çeşitli dönemlerde yöneticilerin tutumları, yanlış kararlar ve uygulamalar nedeniyle ekonomik ve sosyal hayat İzmir’i olumsuz etkilemiştir.İzmir, bütün metropol kentler gibi göç ve hızlı kentleşme sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. 2.dünya savaşından sonra uygulanan kentleşme-sanayileşme yani modernite projelerine Türkiye de uymuş ancak özellikle 1950’lerden sonra sosyo-ekonomik nedenlerle artan göç kentleri hazırlıksız yakalamıştır. Bunun sonucunda uygulanan popülist politikalar kentlerde daha büyük sorunlar doğurmuş, gecekondu olgusu ortaya çıkmıştır. Altyapı, planlama ve denetimden yoksun kent kenarlarında gelişen gecekondu alanları yaşayanlar için de kent için de büyük bir sorundur artık…1980’li yıllardan sonra ise modernite projesinin hızla aşınması nedeniyle modernist kültürel dönüşüm beklenildiği gibi gerçekleşememiş, sanayileşmeden beklenen sonuçlar yeterince elde edilememiştir. Örgütlenme ve imar sorunları yaşayan kentler, piyasa koşullarına, spekülâtif amaçlı faaliyetlere ve keyfi müdahalelere bırakılmış sonucunda kente ait olan değerler yani “kentsel rant” hızla yağmalanma sürecine girmiştir. Dünyada özellikle az gelişmiş ülkelerde, bugün gecekondulu kentsel nüfus oranı yüzde 20 ile 70 arasında değişiyor.Türkiye’de ise İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in ve Adana’nın içinde bulunduğu metropoller, ülkedeki gecekonduların yarıdan fazlasını içinde barındırıyor. Gecekondulu kentsel nüfus Ankara’da yüzde 70, İstanbul’da 60, İzmir’de ise 50 civarındadır. Buna karşılık yeterli altyapıya sahip, kentsel arsa ve konut stoku üretilemiyor. Bunun sonucunda kente yeni gelenler artık yalnızca çekicilik yaratan olumlu unsurlarla değil, her türlü çevre kirliliği ile olumsuzlaşmış kent ortamı ile karşılaşıyorlar. Yaşam artık çok pahalı, hizmetler sınırlı ölçüde gelişmiş ve iş olanakları da eskisi kadar parlak değildir. Gurbetçiliğin, işsizliğin alınyazısı olduğu yoksul ve orta sınıftan insanların konut sahibi olmasını sağlayacak politikalar da hiçbir zaman uygulanamadı. Kentlerde ilkel, denetimsiz ve sağlık koşullarından yoksun olarak acele yapılmış gecekondu bölgeleri gelişiyor, buna gelişmek demekse…Bu plansız bölgeler afetlerin doğurduğu olumsuz sonuçlardan daha çok etkileniyorlar. Dünyada ve ülkemizde sık sık meydana gelen deprem, heyelan, çığ, sel baskını, çöp patlaması gibi doğal ve doğal olmayan olaylar sonucunda büyük can ve mal kayıpları oluyor. Bu durum en başta sağlıklı kentleşememenin ve sanayileşmenin temel öğesi olan doğal çevreye uyulmamasından ve yanlış yer seçimlerinden kaynaklanıyor. Örneğin sel sırasında can ve mal kaybı meydana geliyor. Ülkemizde son yıllarda yaşanan doğal afetlerde bu durum açıkça görülüyor. Hatırlanacağı gibi İzmir’de de 3 Kasım 1995 gecesi yağan sağanak yağmur kısa sürede şehrin büyük bir bölümünü sular altında bırakırken sel baskınları 41 kişinin ölümü, 100’den fazla kişinin ağır yaralanmasıyla adeta bir katliama dönüşmüştü. Özellikle emekçi ve yoksul halkın yaşadığı Yamanlar, Güzeltepe, Çiğli, Bayraklı, Örnekköy, Narlıdere İnönü Mahallesi, Şemikler, Yeşildere ve Karabağlar gibi gecekondu alanlarının yoğun bulunduğu semtlerde binlerce ev sular altında kalmıştı. Yeterli yardım götürülememiş, yöneticilere karşı bütün ülkede öfke doğurmuş halk kendi yaralarını kendisi sarmak zorunda kalmıştı.O günlerde bu olayın acısını duyarak yazdığım şiir sorunu bir soru ile dile getirmişti. “Yamanlarda Kayıp Kırk Yürek, Kırk Can” başlığını taşıyordu şiirim:“Yamanlarda kayıp kırk yürek, kırk can,Soruyor birilerine kim kim kim düşman.Belki biraz Sokrat, belki de Sultan Cem gibi,Ondan sürgünlere kaldı.Belki kırda bir çiçek, gelincik,Belki de suya ondan hasret.Bir açıklaması olmalıydı elbet.Konakta atılmış ilk yiğit kurşun.Oysa o,Bayraklı sırtında bir garip gecekondu,Sofrada katık ettiği biraz ekmek, biraz su.İzmir’de bir felaket,Bir büyük düşman,Ne İngiliz, ne Yunan,Ekmeğe katık ettiği su.Yamanlarda kayıp kırk yürek, kırk can,Soruyor birilerine kim kim kim düşman.Kime atılır kurşun kim düşman.Düşman su mu?Bayraklı sırtından bakıp Simirina’ya,Çıktı oradan yola, Agora’ya.Alamadı hızını Kadifekale’deKadifekale’nin sarnıçlarındaydı,Garibim kenar mahallelerde aldı soluğu.Bayraklı’da bir garip gecekondu.Oradan bakıp Simirina’ya,Konak ve Kemeraltı’nda bile,Vermedi mola.İzmir’de bir felaket,Bir büyük düşman,Ne İngiliz, ne Yunan,Ekmeğe katık ettiği su.Yamanlarda kayıp kırk yürek, kırk can,Soruyor soruyor birilerine, kim kim kim düşman.”Hiçbir ülkede hızla kentleşme olgusunun getireceği değişim temposunu sorunsuz yani “çarpık olmayan” bir biçimde kaldırmayı sağlayacak nitelikte örgüt mevcut değildir. Sorun en başta plânlama, bilinçlenme, eğitim sorunudur. Örgütlenme yapısı sorunudur. Kent kültürünün benimsenmesi, toplumsal birey haline dönüşüm yani kentlileşme ve toplumsallaşma hem bireylere hem de devlete düşen bir görevdir. Ülkemizde 1848’den 1985’e kadar değişik tarihlerde imar yasaları çıkarılmıştır. Ancak uygulanan popülizm ve postmodernist süreç kısıtlayıcı olmuştur. Oysa gerek 1933 “Atina Şartı”, gerekse 1992’deki “Avrupa Kentsel Şartı” iyi bir kentin taşıması gereken özellikleri ve kentlerde yaşayanların haklarını ifade etmektedir. Kent yöneticilerinin payına düşen görev ise kent plânlaması ile ilgili uygun model arayışlarını sürdürmek ve uygulamaktır.

Gereken tedbirleri alalım, almaya devam edelim ki binlerce yıllık zengin ama acılarla dolu tarihiyle Türkiye’nin çağdaş yüzü “güzel” İzmir’imizde felaketlerin bedeli tekrar canımızla, malımızla ödenmesin…Tamer UYSAL

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

AHMET UYSAL’DAN BURSA’YA ŞİİRLER…

AHMET UYSAL’DAN BURSA’YA ŞİİRLER…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sevgilim bir kaşı eğik bursa ikindisiydin sen (Ahmet Uysal)

 

Hölderlin, “insan yeryüzünde şairane mukimdir” der. Yani hayat bir şiirdir aslında ucu sonu belli buna layık olmak isteyen bir insan gibi, şair dili ile bu yaşamı dokur. Yani onu alelade olmaktan çıkartır yeniden kurar ona yeni bir mana katar. Kuru toprağı işlemek mümbit hale getirmek gibi bir şey bu…

 

Ahmet Uysal’ı seviyorum. Bana hep yakın bir şair gelmiştir. Yakınlık cismani hale de gelmiştir. Ölümünden kısa bir süre önce şiirlerinden tanıdığım Ustayla en son katıldığı kitap fuarı Bursa’da karşılaşmamızda vesile olmuştu. Bir kitabını imza için uzattığımda (Acının Gümüşü) başka bir tanesini de hediye olarak sunmuştu bana (Eylül Ebruları)…

 

Bursa’ya emeği geçmiş bir eğitimci idi. Bursa’da görev yaptığı sırada da bir edebiyat dergisi (Düşlem) çıkarmış çocuk kitapları yazmış değerli bir şair ve yazardı. Kendisini hem de yazdıklarım dolayısıyla ismen tanıyordum. Böyle bir ustayla karşılaşmışım, daha büyük mutluluk olabilir miydi benim için…

 

Hem sevdiğim hem beni iten bir tarafı vardır fuar salonlarının. Şimdi biraz frenk işi yani kibarca olsun diye herhalde stant diye adlandırılan sergilerden birinin önünde karşılaştık. Sanırım benim gibi bir yeri arıyordu, “Aman Hocam sakın bana sormayın ben de karıştırıyorum” demiştim de gülmüştü.

 

Bursa… Vefasız bir şehir. Haykırsan sesin işitilmez başka bir şehirde olsan nefesin duyulur falan derler. Sanırım o öteki şehir olsa olsa İstanbul olsa gerek. Taşralılık İstanbul dışındaki mütefekkirin en umumi kaderi… Bunu hala kıramamışız. Nasıl kırılsın ki metamorfoz her yıl tersine işleyen bir saati gibi memleketin. “Müsademe-i efkârdan barika-i hakikat doğar” demiş ya Namık Kemal. Yani gerçeğin şimşeği düşüncelerin çatışmasından doğar. Bırakın bu fikri bile benimseyemedik ve hakkını veremedik bir türlü… Bir başlangıcı mutlaka olması gerekliyken takılıp kalmışız halbuki ve o muammalı kaseti geri sarıp durmuyor muyuz?

 

yağmur: güz görümlüğüdür orada. kadınlar: böğürtlen kokusuna bürünmüştür. mahfel: şiir sözlüğü yazdığım mekândır. güzaltı: şiir avlusudur. bursa: aşk yerine geçen şehirdir. çekirge:ebruli bir gömlektir. maksem: orada söz yağmur olur. sevgili: dağın öte yüzüdür. sokaklar: ömrümü çelmiştir.

 

Bursa’yı Bursa yapan kaç şair kaç şiir vardır ki. Voltaire’i büyük bir mürşit sayan yaşadığı ve dünyaya hediye ettiği kent hala kendi adıyla anılır. Ona sunulan büyük bir vefakârlık ve saygı misali. Ya bizde. Bir taş parçasına kazılı bir iz bile yoktur. Oysa hayatı ebedi kılan ve balkıyan o şehrengizvari dizeler varken… Hala eksik tarafının iliklerine kadar işlediği bu sebeple varlığından yokluğundan şüphe duyarak sahiplendiğimiz geçmiş… Onu yarına taşıyacak kitapların o bir çiçek gibi sararıp solan yapraklarında mı saklanmalı? O zaman bundan dolayı ne diye müştekiyiz ne diye sızlanıp duruyoruz ki. Artık ne zaman şehirde dolaşsam bir şiir dizesi takılıp kalıyor aklıma eski zamandan…

 

Şehrini arayan bir nehirdim Arar gibi eski bir sevgiliyi Her yanım toprak, tuz ve kum Köpüğü dağılmış bozkırda Çoktan unutmuş çıktığı vadiyi

 

Şehir şiir olmadan hangi yüreği titretir. Setbaşı, Yeşil, Tahtakale… Bir mahal hüviyeti olmaktan öte kaç mana ifade ederdi ki. İşte Ahmet Uysal Bursa için böyledir. O Bursa’yı yeniden ören bir yürek işçisi gibi. Adı ve yüzü taşlardan oyulmasa da o yüreği ve şiiri ile ebedi belleğimizde.

 

ömrümü çelmeseydi bursa unuturdum o sokakları kalmazdı kaçamak günlerden bu ıslak gül kokusu da

ısırılmış elmaların tadı gizli sıyrıklar dudağımda dolaşıp durmazdı ürpertisi sularda, kuruyan otlarda

rüzgârlı taş avlular, serin çınar gölgeleri aramazdım göçü yıktığım şehirlerde bir orman kadar ıssızdım

bursa’yı sevdim ya, sanki kırgın bir aşk acısıyla sürüklenip gidiyorum yırmi yıldır oradan oraya

yağmurlu bir güz akşamı dönecekmiş gibi bursa’ya

 

(2)

 

Güz geldi ah, güle ne söylesem Sana ne söylesem ömrüm Toparlan, kanınla katıl haydi, Kalan ömrünle, kanayan yanınla Bir yoğunluğa koy günlerini

Şair hiç kamelyalı şiir yazmamış kamelyalı şarkı yok. Bir kaç ad bilirim kamelyaya ilişkin adını ondan alan. Alexander Dumas Fils tarafından yazılan Kamelyalı Kadın adlı bir roman, bir de aynı romandan uyarlanmış film: Ünlü aktrist Greta Garbo ile Hollywood jönlerinden Robert Taylor oynuyordu. Verdi’nin bir bestesi bu romandan esinlenilerek yaratılmış. Namık Kemal’in İntibah romanı da Kamelyalı Kadın’ın etkisinde yazılmış… Gül öyle mi ki; ad olmuş, büyük ve doğurgan aşklara timsal. Çiçek ve edebiyat denince nerdeyse o akla geliyor. İranlı şair Furuğ Ferruhzad;

 

kızıl bir gül sürgün vermekte kızıl gül kızıl bir bayrak gibi ayaklanmada

Ah, ben gebeyim, gebeyim, gebe

 

diyor bir şiirde…

 

Kamelya ise bir çay türevi, çay bitkisinin tek çiçek vereni, bütün çaylar gibi yediveren. Kışın genelde açmayan bildiğimiz gülün boşluğunu dolduruyor. Lakin gül narin, tutkulu aşkın sembolü olduğu kadar yazların ve güneşin de habercisi. Ama devrimci şiirimizin bizde en uygun düşen paylaşılan çiçeği başka, tıpkı Adnan Yücel’in bir şiirinde belirttiği gibi:

 

Adı karanfil ki suçu rengidir Özgürlük dilinde bir imge Tutsaklık dilinde bir söylencedir Karanlıkta bir el koparır dalından Artık ölüme varmış bir işkencedir

 

Bursa’da bir meydan (Altıparmak) kerameti kendinden menkul, mütedeyyin belediyece yaza doğru kırmızı kamelyalarca donatılmış. Hani şu ara verdikleri Osmanlı’ya bir savurganlık ve şatafat devri olarak kullanılmış ya, bana lalelerden sonra yeni bir dönem çiçeği mi diye sordurtmadan edemiyor. Hayal tüccarları hayalet olasınız, kamelyaları da gayelerinize alet edecektiniz sonunda.Pes doğrusu yani bravo size!..

 

artık gizlisi kalmadı arka bahçemin ele verdim saklı orman yolumu

yaşlı kadınlara dağıttım kurutulmuş otlarımı da

genç şairlere gönderdim, kırk yıldır biriktirdiğim rüzgârları

seksen öncesi, sonrası, ben hep bir kırgınlığı yazdım

nasıl olsa bilirdi büyük ustalar, yalnızca gül alıp satmadığını bir şairin

(Ahmet Uysal, Güzaltı Şiirler)

 

(3)

 

Hüzünlü eylüller saklardı Yaralı bir çınar dalında İnce akan sulardaydı Islak, ıtır rengi bir güz

(Ahmet Uysal)

 

Bahar yeşil elbisesini giydiğinde en tazesinden, çınarlar daha bir heybetli sokaklar mis gibi akasya kokar Bursa’da. İlkbaharla yaz aylarının tadını çıkartmak için gidilecek müstesna bir köşe, en çekici yerlerden birisi Setbaşı’dır Bursa’da. Karın yağması ve Uludağ’dan yaz boyu eriyerek buradaki dereden akıyor olması bu mekândaki farklılığa bir renk daha da bir güzellik katıyor. Serin mi serin en ferahından, Gökdere ile çevresi. Devasa bir paludaryum sanki kesinlikle korunması gereken bir güzellik. Öyle saklı cennet falan da değil: Şehir betonlaştırıldıkça şehir için değeri kat kat artan adeta ormandan bir parça koparılmış da buraya konmuş gibi duruyor. Yakın zamanda kaybettiğim babam DSİ’de işçi idi. Ankara Yolu’ndaki bölge müdürlüğüne taşınmazdan önce çok emeği geçmişti buralara. El bebek gül bebek yetiştirdiği fidanları hala görür gibi oluyorum. Bir serası vardı. Küçükken ziyaret ederdim. Şimdi Tabipler Lokali’nin hemen karşı sırasında Atatürk İlköğretim Okulu’nun yanı başında bir girişi vardır. En son bir dostla girmiştim DSİ’nden kalan tek iz orası, DSİ lokali de oradadır. Yeşilini koruyan eski Bursa’dan hala izler taşıyan saklı bir güzellik gibi Setbaşı semti.

Ve Mahfel Çay Bahçesi. Hep cıvıl cıvıl. En son gidişlerden birinde orada oturacak yer bulamayınca civardaki kafelerden birinde soluklanmak istemiştik de konuşmalarımıza kulak veren çevreden bir esnaf bizim yoğunluktan şikayet ettiğimizi duyunca haklı olarak “Bursa’nın en güzel yeri” demişti. Cafeler işini bilen işletmecilerin günbegün Bursa’daki kalabalığı paraya tahvil etmek için uğraştığı, masa sandalyelerle donattığı, dere boyunca yeni katlar çıkarttığı bir eğlence mekânına dönüşüyor.

 

“Şiir şairin yüreğidir”. Mutlaka. Kaç şaire uğrak yeri kaç şairin yüreğine şiir uçurmuştur Mahfel. Tanıyıp sevdiğim ama yakın zamanda da kaybettiğimiz eğitimci şair Ahmet Uysal da “Bursa: Benim Ütopyam” adlı şiirini aşığı olduğu Bursa şehri ve Mahfel için yazmıştı:

 

bursa: benim ütopyam, hayal ülkem benim!

zaman kırıkları topladığım leylâk rengi şehir!

yosun kokusu biriktiren evlerin evim olsaydı!

yağmurunla ıslanan ince yaz yolların yolum olsaydı!

mahfilde içilen sabah kahvesinin buğusuna karışsaydı yüzüm.

setbaşı köprüsünden, kar sularına düşürseydim yazdığım şiirleri.

 

İleriki bir tarihte kafe ve benzeri yerlerin artacağını, Gökdere boyunca Temenyeri’nden başlayarak Demirtaş’a kadar bu bölgenin kentin mesire yeri haline dönüşeceğini görür gibi oluyorum. Önceki belediye yönetimlerinin buraya özel önem vermeleri boşuna değildi. Şimdikiler ise bunun kaymağını yemekle meşguller. Irgandı köprüsü ve çevresi de başka güzellik tabi. Temenyeri tarafı bambaşka… Yok öyle çakma taşlardan beyhude suyu akıtmak. Saçma, habesle iştigal sahte şelale yaparak parayı saçmak. Ünlü Gezgin boşuna dememiş: “Bursa velhasıl sudan ibarettir” diye…

 

söz yağmur olur bursa’da maksem’den yeşil’e doğru savrulur gider rüzgârla

her gece gökdere’yle öpüşür mahfel kahve’nin oralarda nice şairle görülmüştür

tahtakale’nin eski evleri gibi sokulur sisli sokaklara kozahan’da inceltir ipeğini

98’de bir güz günü bursa’ya uğradım da gördüm şiirin yağmur olduğunu

 

(4)

 

erguvan buğusu sokaklar kaldı bana o şehirden

 

acemler’de kükürtlü vaktine soyunan masumiyet

 

koza han’da ağırca taşı zamanın

 

ıslak, ıtır kokusu sürünen ahşap evler

 

hüsnü züber’le girilen külliyeler avlusu

 

erguvan buğusu yağmurlar kaldı bana o şehirden

(Ahmet Uysal)

 

Bursa’ya Şiirler kitabının ilk şiiri “Erguvan Buğusu”. Hiç unutmam bir gün Alanya dönüşümde Antalya terminalinde bir genç otobüste yanımdaki koltuğa oturdu, kız arkadaşı Bursalıymış. Tanışma faslımızdan sonra güzel sohbetle Bursa’ya kadar geldik. Pencereden gördüğü palmiyeleri göstererek “Buranın palmiyeleri çok küçük” dedi gülümsedim, “Onlar buraya özgü değiller ki, nasıl Antalya’nın

palmiyeleri güzelse Bursa’da da çınarlar vardır böyle” dedim. Otobüslerde gençlerin yanıma denk gelmeleri beni mutlu ederdi. Yine doğu kökenli olduğunu tanışınca öğrendiğim sempatik bir genç Ankara dönüşü aynı şekilde yanımdaki koltuğa denk geliyor. Tanışıyoruz. “Abi ben hayatımda hiç zeytin ağacı görmemiştim” diyor Bursa’daki ablasını arada bir ziyaret edermiş. Tebessüm ediyorum bu defa o soruyor ben yanıtlıyorum: “Bunlar daha bile küçük Denize yakın yerlerde daha gürbüz olanlar var” diyorum. Hoşuna gidiyor.

 

Her zaman şaşarım ve aklım bir türlü almaz İnsanlar eldekinin kıymetini bilseler öbürkülerde olana değer verirler miydi? Bu herhalde bir çeşit meraktan kaynaklanıyor ya da özentiden, farklı görünmekten. Komplekslikten de olabilir kim bilir? Boşuna taş yerinde ağırdır dememişler. Palmiyelerden söz ediyorum: Fomara’daki İtalya’dan ithal edilen palmiyelere dikkatlice baktım geçen. Seneler geçti halbuki. Kimi tıfıl kalmış kimi biraz daha iri. Bir ara da yapay ışıklı palmiyeler vardı. Basına yansıyan haliyle Trabzon ve Urfa’da sorun olmuştu bu palmiyeler. Bursa’da da vardı böyle bir furya. Bir palmiyelerimiz eksikti neyse ki erguvan daha popüler oldu ve palmiye konusu unutuldu gitti. Ondan önceki belediye yönetimi lale düşkünü idi. Şimdikiler ise kamelyalara kafayı taktı gibi, ne yapacakları hiç belli olmuyor…

 

Tepeler yamaçlar onlarla süslüymüş bir zamanlar. Şimdi onlar da kente mahkumlar, kırlardan dağlardan uzaktalar; kah bir çocuk parkı kah bir mezarlıkta rastlanıyor erguvanlara. Ya da bir alışveriş merkezi bahçesinin zoraki mahpusları gibiler…

 

Erguvan dinsel metinlerde adından sıkça söz edilen bir ağaç. Hristiyanlar Erguvan’a, İsa’nın çarmıha gerildiği ya da onu eleveren havarinin pişmanlıktan kendisini astığı ağaç olarak bakarlar. Baharı müjdeleyen erguvanlar nisan mayıs aylarında kendine özgü renkte çiçekler açar. Hristiyanlara göre önceleri beyaz açan çiçekleri sonra kan ve pişmanlıktan şimdiki eşsiz renge dönüşmüş. Romalılar soyluların giydiği o ulvi erguvani renkli esvablarını bir hayvancığın kanıyla boyarlarmış.

 

Osmanlının lale ve gül kadar sevmese de uğruna fasıl ilan ettiği ağaç. O yıl çok açarsa bolluk ve bereketli olacağına inanırlarmış. Turgay Fişekçi,

Kıskanılacaksa büyük şair Hayatıyla kıskanılmalı. Şiir, hayata göre kolay bir eylem. Bir gün uğraşılarak güzel bir şiir yazılabilir: Mavi bir göğü pembeye boyayan Birkaç erguvan ağacını, Bir çınar gölgesindeki Serin bir su sesini, Bir yakınlığı düşleyerek.

 

diyor bir şiirinde. Erguvan tipik maki yani bir Akdeniz bölgesi bitkisi. Halk arasındaki adı: Boynuz. Edebiyatımızda da mazisi olan bir ağaç ve dizelerden eksik olmamış bir çiçektir halbuki. Yahya Kemal’de baharın simgelerinden biri dağ dağ kızaran erguvanlar, Mehmet Emin Yurdakul’da bütün renkler arasında en güzeli. Baki’nin en sevdiği, Tanpınar’ın gülden sonra bayramı yapılacaksa çiçeği. Devrimci edebiyatımız için ise bir zenginlik değil biraz hüzün demektir erguvan ve erguvanlı baharlar…

 

Nâzım Usta kendisini tanıttığı (otobiyografik) şiirinde,

 

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin

 

demişti. Çok severim bu dizeleri çünkü insan kendini bulduğu her şeyi sever. Kültür çiçeklerini yani saksıdaki çiçekleri bahçedeki çiçekleri kısaca yanı başındaki narin el bebek gül bebek misali binbir meşakkatle büyütülen çiçekleri bilir de kır çiçeklerini tanımaz pek ot der çalı der onlara geçer. Şehirli insanlara belki uzak olduklarından belki de onlara ulaşmanın olanaksızlığından. Elbet karanfili gülü de severim ama bana hep daha ilginç daha hatırlı gelmiştir kır çiçekleri. Süs bitkilerini babadan gelen bir ilgiyle tanıdım, bazılarını bilmesem de çoğunu isimleriyle sayarım (babam özgün; latince isimlerini ezbere bilirdi). Kır çiçeklerine de sonradan merak sardım.

 

 

Uludağ ya da Olimpos eski adıyla Keşiş dağı Bursa’ya eteklerini uzatır… Uludağ’ın Bursa’ya armağanı ovayı şenlendiren suları olduğu kadar eteklerinde yetişen sayısız bitki kuşağıdır (Mayr adında Alman bir botanikçi belirtmiştir ilkin, toplam 7 kuşak, her kuşakta ayrı bitki türleri mevcut olduğunu) Son yıllarda kent betonlaştıkça sanki inadına bazı türler beliriyor. Bu türlerden bazılarını zaman zaman resimliyorum: Aslanağızları, Sığır Kuyruğu (Verbascum Thapsus) ve Çan çiçekleri… Efes’in bu ünlü endemik bitkisinin bazı türleri Bursa surlarını da süslüyor…

 

Bu çiçekler öyle saksıya pencereye gelecek türden değil bir sur dibinde, bir burcun en keskin yerinde bitiveriyor… Ah bir de o çakma restorasyonlar olmasa…

 

İda sözlüğü’ne ektir:

ida sözlüğü inadına mavidir; tutar yeri göğü.

güle tutkundur üstelik; gül:anlam mı bırakır bir sözlükte!

sözlük bir çiçeğe yenilirse, karşılığı ne olur lâlenin?

ahmet uysal mı, lavanta kokulu, tozlu bir yolmuş meğer!

 

(5)

 

Biz birkaç büyük şairin dizelerinden de okumuştuk Bursa’yı Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın düz yazı ve şiirinde, Nâzım ise kapatıldığı bir hapishanesinde yazmıştı bu şehri…

 

Ahmet Uysal’ın Bursa şiirlerinde Bursa’nın dünü dışında geçmişe dair hiçbir tarihsel övgü abartısı, hamasi nutuk ve vaaz yok. Hayatından öncesi sadece Bursa’ya dair, kendine ait bir yaşanmışlık ve bugün var.

 

Ahmet Uysal’ın şiirlerinde Bursa sanki büyük bir çiçek bahçesi ve her şiir bu şehre bir güzelleme gibi.

 

Leylak rengi şehir, Itır kokusu, gül kokusu ve erguvan buğusu gibi tamlama ile betimlemelerde de görüldüğü gibi Bursa şehri çeşitli çiçek ve kokularla özdeşleştirilir. Bu renkler mor diken, mor renk, mor zambak, mor ikindi ve Bursa moru ile gül, leylak ve erguvan’da odaklanır. Bilhassa gül, şairin nerdeyse Bursa’yla ilgili yazdığı şiirlerde ilk akla gelendir. 30 şiirin 12’sinde de kullanılmıştır. Kızıl alev gül, Böğürtlen kokusu ve şarap rengi de bu çiçekli Bursa tablosunu oluşturan farklı renklerdir. Az da olsa menekşe ile nilüfer de şiirlerde yer bulmuş, Bursa’yla bütünleşen genel olarak ifade edici bir renk olan yeşil ise çınar ve Yeşil Türbe’de bir ayrıntı olarak kalıyor.

 

Leylak rengi Bursa şiirlerindeki dizelere bakınca Ahmet Uysal’a özgü bir renk sayılabilir. Kiminin Bursa’nın tarihsel ve mistik simgelerinden saydığı erguvan 6 şiirde yer almış ve 1 şiirdeki başlıkta kullanılmıştır. Leylak da 5 şiirde kullanılmış ve 1 şiirin başlığıdır.

 

 

Itır sadece 2 şiirde kullanılmış. Gül ise 12 kez kullanılmasına karşın hiçbir şiirin adına konulmamıştır.

 

Bir aşk sembolü olarak şairdeki yeri de başka gülün. Çok aklına geliyor ama başlık olarak bir değer görülmüyor yine de. Çınar da öyle. Çınar, Bursa’daki bitki sosyolojisi içinde önemli yer tutmasına rağmen şair için en azından Bursa şiirleri içinde pek bir şey ifade etmiyor. Çınar gölgesi, ıhlamur dalları, çilek ve kestane ile birlikte yine de toplam 6 şiirde kullanıyor çınarı Ahmet Uysal.

 

Buğu, koku ve sis şairin sık sık kullandığı metaforlar arasında. Erguvan buğusu, toprak buğusu, sabah kahvesi buğusu. Itır kokusu, yağmur kokusu, gül kokusu. Sisli sokak…

 

 

Yağmur imgesi şair için adeta Bursa kimliğinin ve ikliminin en önemli parçası. Kent ona bürünmüştür adeta. Yağmur dinginlik sessizlik kapalılık çağrıştıran bir doğa olayı. Halbuki Bursa’nın sıcağı nemi ve lodosuyla işareti verilen yağmur soğuk karanlık ve bir hüznü çağrıştırmaz. Bir Akdeniz güneşi gibidir o da. Ilık ılık atışır sis ve buğu olur toprakta karışır. “Erguvan Buğusu”, “Bursa’da Sisli Bir Sokak” ve “Söz Yağmur Olur Bursa’da” da…

 

Yağmur 2 şiirin başlığı, 13 şiirde kullanılmıştır. Bursa şiirleri kitabında en çok kullandığı sözcüklerden. Çakıl taşlar, taşlı yollar, kükürtle ovalamak, kükürt serpen geceler, kum saati, dağ yolu, ırmak yolu, yeşil mavi vitray gibi, Bursa’yla içselleşmiş onu ifade eden belli başlı ögelerden biri sayılıyor.

 

Bazı tamlamalar da geçiyor. Bakır kızılı, Bursa ipeği, Bursa ikindisi gibi.

 

 

Ve kitabın ana teması, kitaba adını veren Bursa. “Bursa”yı tam 12 şiirde başlık olarak kullanmış Ahmet Uysal. Şairin anılarında yer almış tanıdık semtler, Bursa’ya ait öteki mekânlar bildiğim hiçbir şairde bu kadar bir arada kullanılmamıştır. Ahmet Uysal kitaptaki şiirlerde Bursa’yı her eski semti, sokağıyla beraber adeta rengarenk bir kilim gibi dokuyor: Setbaşı ve köprüsü, Kükürtlü, Yeşil ve Yeşil Türbe, Koza Han, Acemler, Tahtakale, inebey, Arap Şükrü, Hüsnü Züber Konağı, Çekirge ve Hüsnügüzel, Maksem Yolu ile Mahfel Kahvesi ve Gökdere. Sonra Bursa’yla bütünleşen tarihsel mekânlar; Cumalıkızık Köyü, İnkaya Çınarı, Nilüfer Kavşağı. Daha uzakta Mudanya ve İnegöl ilçeleri, bunlardan söz ediyor.

 

 

Uludağ Bursa Şiirleri’nde pek isim olarak yer almasa da buna karşılık dağ yolu orman ifadelerinde geçiyor.

 

Şair dostlar da unutulmamış. Başta Nâzım Hikmet’i anıyor. Sonra Bursa’ya özgü şairlerin de adları geçer: Nahit Kayabaşı, Selami Üney, Ahmet Necdet ve Metin Güven.

 

 

Ahmet Uysal’ın kitaptaki sayısı 30 olan şiirlerinin birkaçına tarih düşülmüş: 1992, 1998, 2000, 2006 diye. Bursa bilhassa 1990 sonrası büyük bir değişime uğradığından (hatta her yıl küçük bir il eklenen

nüfusuyla) Bursa’yı yurtsayan Bursa’yla hemhal olmuş bir şairin kentteki bu olumsuz değişmeyi işlememesi mümkün mü?

 

İpekten ince ve kavi

Olduğunu unutmadan

Doladım adını dilime

 

Aşkın yerine sonsuz

Geçebilir, sonsuzluğa

Bürünmek o şehirde

 

“Bir Şehre Bürünmek”le… Bursa bağımlılığını ifade eden deyim kitapta tarihini düştüğü (2006) şiirlerden birinde aktarılmış…

 

Troya’da yazıldığına dair not düştüğü bu şiirde belirttiği gibi orda hayal şehri Bursa’yı çağrıştıran imler bulmuştur. Ki Troya savaşına tanıklık eden İda tanrıları gibi bu kentin Olimpos’u (Uludağ) da pagan tanrılar yurdu, insanlık için mitler ve efsanelerle yoğrulmuştur.

 

Kitabı tamamlayan bir kaynak olarak 7 Mart 2001 tarihli bir konuşma metni de kitabın sonuna eklenmiş. Bu metinle aklımızda kalan boşlukları da doldurabilmiş oluyoruz: N. Mahzun Doğan, “Bursa adında ütopik bir kenttir onun şiirindeki. Zaman zaman yitirilmiş güzellikleriyle, nostaljisiyle yüklüdür. Bursa dizeleri.” derken, Fahrettin Koyuncu, “Hayatı insanlar kadar, mekânlar da anlamlandırıyor. Evimiz, sokağımız, köyümüz, kentimiz var ve biz bu mekânlara dayanıyoruz yaşarken… Geniş mekanlarda, kentlerde yaşıyorsak, bu mekânların bir alanına, bir sokağına daha çok bağlanıyor, burayla bütünleşiyoruz. Ahmet Uysal da ‘Bursa’da Sisli Bir Sokak’ adlı şiirinde bir kent parçasıyla, sisli bir sokakla bütünleşiyor.” diyor.

 

Ahmet Uysal konuşma metnine şu dileği düşmüştü: “Bu şiirler gün gelir ‘Bursa’ya Şiirler’ adıyla kitaplaşırsa, hayal ülkeme bir şiir yazımı daha yaklaşacağımı sanıyorum.” Ve bu hayali gerçeğe dönüştüren, şiirlerin basımında emeği geçenlere teşekkür sunulmuş…

 

İhsan Üren’e, Ahmet Günbaş’a, Hilmi Haşal (editör)’a Alp Yayınları’na; Fehmi Enginalp’e ve tüm emekçilerine teşekkürler…

Tamer UYSAL

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

 

Devamını Oku

Türkiye’nin Düzeni ve Tutucu Koalisyon

Türkiye’nin Düzeni ve Tutucu Koalisyon
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Özer Ozankaya’ya göre “Nüfusun büyük kısmı çok düşük bir gelir düzeyinde yaşayan, okuma yazma yeteneğine sahip bulunmayan bir ülkede çok partili parlamenter düzeni tutarlı olarak uygulamak hemen hemen imkânsızdır; çünkü partiler parlamento gibi demokratik usullerin görüntüsü altında, gerçekte feodal nitelikte otokrasi yolları işlemeye devam etmektedir. Çok partili parlamenter düzen, bu feodal otokrasi kalıntılarıyla savaşmak bir yana, onları örtülü olarak yaşatmaya bile yarayabilmektedir.” Köyde Toplumsal Yapı ve Siyasal Kültür adlı doçentlik çalışmasından alıntı yapıyor.

Türkiye’de tutucular koalisyonu egemenlik kurmuştur halkın üstünde. Geniş ticari örgütü ve küçük iş sahiplerini de desteğine alıp toplumsal temelini sağlamlaştırmıştır.  Küçük burjuvazi şahsi menfaatlerini ön planda tutmaktadır. Seçim araştırmaları orta sınıfın menfaatleri nedeniyle statükonun devamını alt ve üst gruba kıyasla daha çok istemekte, kırsal bölgelerde ise ağa, bey ve şeyhler seçmenleri etkilemekte, kitleleri yönlendirmektedir: “Köylüyü her yönden tam bir çember içinde tutan bu güçler kitle oyunu istedikleri yönde kullanabilmektedirler.”

Bütün partiler ailelerin nüfusundan, ırk ve mezhep ayrımlarından yararlanmaya çalışmaktadır. Büyük toprak sahipleri milletvekili adayı gösterilmektedir (DP halka dayandığını ilan etmekle birlikte devletçiliğe ve toprak reformuna karşıdır ). Kompradorlarla ağalar halkın eğitimini yaygınlaştırmak amacıyla kurulan köy enstitülerinden rahatsızlık duymuşlardır. Toplumsal hareketlere (grev, toprak reformu istekleri vs.) AP ile de bürokratik sertlik gösterilmiştir.

Mübeccel Kıray bir incelemesinde Türkiye’de köyün 3 gelişme aşaması olduğunu ifade eder: 1. tip köy, tutucu partilerin oy deposudur. Çünkü köyün ilişkilerini geleneksel bir lider etkilemektedir. Herkes aynı miktarda toprak sahibidir. 2.tip tam kapitalist olmayan köyde bir iki büyük toprak sahibi egemendir. Tutuculuk sürüyor. 3.tip köyde, kapitalist ilişkiler gelişmiş, köylü işçi haline gelmiş, egemen güçlere karşı çıkma bilinci ortaya çıkacak şartlar gelişiyor. Ancak örgütlenme düzeyleri gelişmemiş. İlerici partilerin çabalarını bu tip köylerde yoğunlaştırması gerekir. 4.tip köy gelişmiş, köylü-aracı ilişkisiyle… Tüccarın zengin ve nüfuzlu olanları hayatlarıyla gelirlerine etkisi büyük. Eski düzende ağanın görevini tüccar-esnaf yüklenmiştir.

Kasaba ve şehirlerdeki kahvelerde köylü üzerinde nüfuz kuruyor.

Kapitalist-kentleşmiş düzende güvenlik sağlayıcı kurumlar gelişmediğinden bağımlılık ilişkisi sürüyor. Türkiye köylüsünü bağımlı kılan zincirin ucu aracı-tefeci aracılığıyla (güvenlik mekanizması sağlayan yüzünden) kentte de kompradorlarla uzamaktadır.

“Din sömürücülüğü tutucu güçler elinde küçümsenmeyecek bir kozdur.”

“…sayıları belki de 100 bini aşan din adamlarının aktif desteği ve propagandasıyla durumlarını kuvvetlendirmektedir. Bu inançladır ki… din sömürücülüğü teşvik görmektedir. “

Köylülerin ufak, dağınık, içe kapalı halde yaşamaları tutucu güçlerin etkisinde kalmalarını kolaylaştırmaktadır.

Tutucu koalisyonu köylü üzerinde kurdukları denetleme gücü sayesinde oyları istediği gibi yönlendirmekte, oy toplamaktadır.

Amerikalı bir araştırmacının (F.N. Frey) devlet kaynaklarından yararlanarak yaptığı araştırmanın sonucu ilginç:

“1962 köy anketi sonuçlarına göre, köylerde erkeklerden yüzde 18’i ve kadınların yüzde 49’u bir siyasi partinin adını dahi söyleyemeyecek durumdadır.”

1961 seçimlerinde AP’nin kazandığı köylerde bile bu partinin adını bilenlerin oranı sadece yüzde 45’tir.

Konuşulmayan Gerçekler…

Halkın bilinçlenmesini önleyen kuvvetler sayesinde AP defalarca seçim kazanmıştır (seçmenlerle sandık arasına giren “gizli kuvvetler”, muhafazakâr kuvvetler, bazı gruplar, tarikatlar, imam hatipler vs.).

Güney Amerika ile Türkiye arasında benzerlikler olsa da orada kentleşme, okur-yazarlık ve milli gelir fazladır. İşçi sendikaları güçlü,  sol partilerin faaliyetleri daha serbesttir. Prof. Jacques Lambert, Latin Amerika adlı araştırmasında toplumsal ilerlemeyi geciktirici 2 önemli etken gösteriyor: Asiquisme (Ağalık düzeni) ve Latifundios (Büyük arazi mülkiyeti).

Serbest seçimlerin tutucu güçler yararına işlemesine neden olup, politik sistemin ve demokrasinin değişimine engel olmakta.

Maurice Duverger, az gelişmiş ülkelerde batılı politik kurumların tutucu güçleri daha da güçlendirdiğini ileri sürer.  Duverger’e göre, eski feodal sistem demokratik usullerle maskelenmekteydi.

Solun tabanı 1980 sonrası hızla erimiştir (Tutucu ANAP’ın politikaları da etkili oldu).

Prof. Nermin Abadan’a göre, gecekondu sakinleri mensup oldukları il ve ilçelerin eğilimine göre oy vermektedir. Irk, mezhep burada rol oynamaktadır. Yeni durumda daha iyi oldukları ve yüzde 95 oranında geri dönmeyi düşünmedikleri halde.

(Amerikalı araştırmacı C.W.M. Hart)

İşçiler, ilerici ve devrimci bir potansiyel taşırlar. Durumlarını diğer sınıflarla, özellikle burjuvaziyle kıyasladıklarından siyasal bilinçleri artmıştır.  Ancak siyasal iktidarlar 1950’den bu yana devlet kuruluşlarında mirasyedi politikası uygulayıp işçi sınıfını sistemden yana çekmeyi devlet kurumlarında yer vererek başarmıştır.

İlerici sendikal hareket İstanbul’da tutucu güçlere karşı cephe kurabilmiştir: Derby, Singer, Kavel olaylarıyla…

1970’lerden sonraki solun sandıktaki kitlesel başarısı bundandır. 1973 seçimlerinde CHP’nin oyu yüzde 33’e çıkmıştı (Ecevit’in Kıbrıs olaylarındaki rolü, milli kahraman kimliği kazanması, tutucu güçleri yatıştırıcı politikaları, “Toprak işleyenin su kullananın”, haşhaş, ABD çıkışları vs.).

“CHP’nin düzen değişikliği programı tutucu güçlerin ekonomik iktidarını değiştirmeye yönelmiş bir program değildir.”

“Halk sektörü yoluyla kapitalizmi yaygınlaştırmayı öngörmektedir.”

Örgütlü-bilinçli halk desteği olmadıkça bağımsızlık, demokrasi, özgürlük ve kalkınma sağlanamaz. Bu yollar açık olmadıkça iktidar ve politik sistem meşru sayılamaz. Devrimci bir parti ve örgütlenmiş halk güçleri söz konusu olmadıkça politik sistemin başarılı olma şansı yoktur.

“Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda hızla kalkınması ve çağdaş uygarlık düzeyine bir an önce ulaşması için tek çare olarak gördüğümüz ‘milli devrimci kalkınma yolu’ Kemalist tezin temele indirilmesinden ve böylece Atatürk devrimlerinin devam ettirilmesinden başka bir şey değildir.” (Türkiye’nin Düzeni, Doğan Avcıoğlu, Tekin Yayınevi, 2001)

Doğan Avcıoğlu: Bursa’da doğdu. 1961 Anayasası’nın hazırlanmasında katkısı oldu. M. Soysal, C.R. Eyüboğlu’yla 1961-67 arası Yön dergisini çıkararak 60’ların siyasal düşünce ortamında etkin rol aldı. Ekonomik bağımsızlığı ve Kemalist sosyalizmi savundu. 12 Mart’ta orduyu isyana teşvik suçlamasıyla (C. Madanoğlu’yla) yargılanıp beraat etmiştir. 4 Kasım 1983’te öldü. 1968’de yayınlanan kitabında (Türkiye’nin Düzeni) sosyalist ekonomiyi savundu.

Tamer UYSAL

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Edebiyat ve Söyleşi

Edebiyat ve Söyleşi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

1

Edebi Röportajlar Üzerine…

Roma İmparatorluğu döneminde kullanılan haber levhaları, Acta Diurna (Acta Publica), ilk günlük gazete ya da resmi gazete olarak kabul edilir. Roma döneminde yönetim ve halk arasında haberleşme Acta Senatus, Acta Urbis, Acta Publica adı verilen resmi gazete niteliğindeki bültenlerle sağlanırdı. Eski Çin’de hanedanlık tarafından Dibao adı verilen resmi gazeteler yayınlanırdı. Ortaçağda 14. Yy’da aristokrasinin kullandığı haber kâğıtları, matbaanın icadı, 17. Yy’dan sonra ticari kapitalizmin gelişmesiyle burjuvazinin kullandığı haber kâğıtları günümüzdeki gazeteleri ortaya çıkarmıştır. Gazete kelimesi ilk kez 1536’da Venedik’te kullanılmıştır. Günümüzdeki anlamda ilk gazete ise 1605’te Johann Carolus tarafından Strasborgh’da Almanca  “aller Fürnemmen und gedenckwürdigen Historie” adıyla yayınlanmıştır.

Bilinen en eski dergi, 1663’te Hamburg’da yayımlanan edebiyat ve felsefe dergisi Erbauliche Monaths Unterredungen’dir. Magazine (dergi)  ismini ilk kullanan Edward Cave’nin editörlüğünü yaptığı 1731’de Londra’da yayınlanan ve ilk genel kültür dergisi The Gentleman’s Magazine’dir. Arapça kaynaklı makhazin (ambar) isminden türemiş askeri kökenli materiel (askeri ambar) İngilizce isim kökenidir. Resimli haber dergilerinin öncüsü ise Berlin’de 1892’de yayınlanan Berliner Illustrirte Zeitung’tur. Dergi haftalık olayları fotoğraflarla yayınlanan röportajlarla birlikte vermekteydi. Modern gazetecilikle beraber röportaj türü de gelişmiştir.

Osmanlı Devleti’nde yayınlanan ilk gazete 1795’te Pera’da (Beyoğlu) Fransa elçisi Verninac-Saint-Maur tarafından kurulan Bulletin de Nouvelles’tir. 1828’de yayınlanan Vekâyi-i Mısriyye Osmanlı Türkçesi’yle yayın yapan ilk gazetedir. Takvim-i Vekayi 11 Kasım 1831’de yayımlanmaya başlanan ilk Osmanlı resmi gazetesi, 31 Temmuz 1840 tarihinde İngiliz diplomat William Churchill tarafından kurulan Ceride-i Havadis ilk yarı resmi Osmanlı gazetesidir. Osmanlılarda ilk dergi 1849’da yayınlanan Vekayi-i Tıbbiye, ilk resimli dergi ise 1862’de yayınlanan Mir’at’tır.  İlk özel gazete ise 22 Ekim 1860’ta Şinasi ve Agah Efendi tarafından çıkarılan Tercüman-ı Ahval’dir.

Türkiye’de edebiyatçıların öncülüğünde gelişen gazetelerde röportaj yazı türü de yer almaya başlamıştı. Arapça bir kelime olan mülakât, karşılıklı buluşmak, görüşmek demektir. Türkçede bunun için görüşme, söyleşi ya da konuşma terimleri önerilmiştir.

Günümüzde mülakat yerine Fransızcadan Türkçeye giren “reportage” kelimesinin Türkçe telaffuzu olan röportaj kullanılmaktadır. Röportaj kelimesi, Latincede “getirmek, toplamak” anlamlarında kullanılan “reportare” kelimesinden gelir.

Kendi uzmanlık alanlarında tanınmış kişilerle hayatları, çalışmaları, eserleri ya da istenilen herhangi bir konuda sorulu-cevaplı olarak karşılıklı konuşmaların yazıya geçirilmesine mülâkat denir. Mülakat sözcüğüne karşılık günümüzde söyleşi anlaşılmaktadır. Röportaj ise mülakatı da içeren edebi bir yazı türüdür.

Seyahatnameler röportajın ilk örneklerini oluşturur. Türkçe sözlükte röportaj kısaca  “Bir olayın yakınına gidip atmosferi vererek gerçekleştirilen tanıklıktır.”  Modern anlamda 19. Yy’da ortaya çıkan yazım türü olan röportajın tarihi Halikarnassos (Bodrum) doğumlu Herodotos’a hatta MÖ. 9.Yy’da İzmir’de yaşadığı sanılan Homeros’a kadar uzanmaktadır.

Antik çağın diğer ozanları da gezilerinde gördüğü yerleri ve insanları anlatarak çeşitli halk ve ülkeler hakkında toplumsal ve coğrafi bilgileri geleceğe taşıdılar.

Türk edebiyatında röportaj türünün ilk örneklerinin Evliya Çelebi tarafından verildiği görüşü yaygındır. İkinci örnek ise Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki adlı eseridir.

Ruşen Eşref Ünaydın, Türk edebiyatında sanatçıyla söyleşi türünün ilk örneğini vermiştir. Ünaydın’ın ilk defa 18 Ocak 1917’de Abdülhak Hamid’le Türk Yurdu dergisinde yaptığı söyleşi ise ilk edebi söyleşidir. Ünaydın, 1914-1918 yılları arasında ikisi kadın 18 sanatçıyla edebi ziyaret ve söyleşi gerçekleştirmiş, bu söyleşiler Servet-i Fünun ile Türk Yurdu dergilerinde “Edebi Ziyaretler ve Mülakatlar” başlığıyla yayımlanmıştır. Vakit gazetesinde devam eden söyleşiler, 1918’de de Diyorlar ki adıyla bir kitapta toplanmıştır.

Söyleşi gerçekleştirdiği edebiyatçılardan bazıları, A. Hamid Tarhan, Nigâr Hanım, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip Adıvar, Ömer Seyfettin, Ahmet Haşim’dir. Yazarlarla birlikte söyleşi yapılan ortamla ilgili gözlem ve betimlemeler de vermektedir. Genelde soru-yanıt yöntemiyle söyleşen Ünaydın’ın görüşmelerini röportaj değil edebi söyleşi diye nitelemek gerekir.

Röportajda söyleşide olduğu gibi yüz yüze konuşma zorunluluğu yoktur, farklı kaynaklardan bilgi derlemek,  yakınlarıyla görüşme yoluyla gerçekleştirilebilir. Röportaj söyleşiyi de içermekle beraber araştırma ve soruşturmayı da gerektiren bir gazetecilik faaliyeti sayılmaktadır.

Ünaydın’ın 1918’de Yeni Mecmua’da yayınlanan “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülâkat”  başlıklı yazı dizisi röportajın toplumsal ve siyasal içerik kazanmasına katkı sağlamıştır. Bu görüşmenin yayımlanmasıyla röportaj türüne yönelim artmıştır.

Dünyada ilk edebi söyleşi örneğini Fransız yazar Jules Huret 1891’de L’Echo de Paris gazetesinde yayımlamıştır. Huret, edebiyatçılarla yaptığı 65 söyleşiyi 1913 yılında Enquête sur l’évolution littéraire adlı kitapta toplamıştır.

Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Baydar’la yaptığı söyleşide Jules Huret’in röportaj kitabından habersiz olduğunu belirtir (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İletişim Yayınları, 2015, s. 328).

“Türk Edebiyatında ‘Edebi Röportaj” adlı makalesinde Edebi röportajların geniş bir kaynakçasını da veren Nuri Sağlam, edebi röportajın Batı kaynaklı olmadığını, merak sonucu ortaya çıktığını ifade eder  (Türk Araştırmaları Literatür Dergisi, cilt 4, sayı 8, 2006, s. 415-478). Ruşen Eşref Ünaydın’ın röportajları Ruşen Eşref Ünaydın Bütün Eserleri adıyla Necat Birinci ve Nuri Sağlam tarafından hazırlanarak Türk Dil Kurumu Yayınları tarafından 2000’de yeniden yayımlanmıştı. 14 ciltlik eserin birinci cildinde Diyorlar ki, ikinci ciltte ise Atatürk’le yapılan röportajlar yer almaktadır.

1997’de İsmail Parlatır, İnci Enginün, Orhan Okay, Zeynep Kerman, Kâzım Yetiş ve Necat Birinci’nin Güzel Yazılar, Röportajlar adıyla hazırladıkları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış 43 röportajlık edebi röportaj antolojisinde Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki’de yer alan Ahmet Haşim’le yaptığı röportajı ilk sıraya yerleştirilmiştir.

Edebiyat sorunları hakkındaki görüş ve düşünceleri yansıtan yapıtıyla zamanın genç kuşaklarını da etkileyen Ünaydın, sonraki yıllarda benzer söyleşiler yapılmasına öncü olmuştur. Kitapta söyleşi yapılan sanatçılar karikatürist Cem ‘in (Cemil Cem) çizdiği birer karikatürle yer almaktadır.

1932’de gazeteci-yazar Hikmet Feridun Es dönemin önde gelen 43 edebiyatçısıyla kısa röportajlar yapmış ve Bugün de Diyorlar ki adıyla kitaplaştırmıştır. Ünaydın’ın yolunu izleyen Es, Falih Rıfkı Atay ve Faruk Nafiz Çamlıbel gibi seçkin edebiyat ustalarıyla yapılan anket derlemesiyle “edebiyat söyleşisi” alanında ilk yapıtlardan birini ortaya koymuştur.

Nusret Safa Coşkun Açıksöz gazetesinde 1936 yılında milli edebiyat konulu röportajlar yapmış, bu röportajlar 1938’de Milli Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz? adıyla yayımlanmıştır. Kitapta, 29 şair ve yazarın yanıtına yer açılmıştır. Şaban Özdemir,  Nusret Safa Coşkun’un yayınlamadığı röportajların devamını derleyerek kitabı 2018’de yeniden yayımlamıştır. Bu kitapta ise 46 şair ve yazarın görüşleri yer alır.

1942’de öykülere 1 ay gibi çok kısa bir süre ara verdiği dönemde Haber Akşam Postası gazetesi için muhabirlik yapan Sait Faik Abasıyanık, mahkemelerdeki röportajlarını kendi gözlemlerini de katarak “Mahkemelerde” başlığı ile yayınlamıştır. Abasıyanık’ın 28 mahkeme röportajı 1956 yılında Varlık Yayınları tarafından Mahkeme Kapısı adıyla kitaplaştırılmıştır. Mahkemelerde tutuklananların öykülerini kaleme alan Sait Faik, Şahmerdan kitabında da yer alan öyküsünden yargılanmasından sonra gazete muhabirliğini pek uzun sürdürmemiş, ancak, 1947’de Yedigün Dergisi’nde yayınlanmış 8 röportajına 1955’te Tüneldeki Çocuk adlı kitabında yer vermişti.

Sait Faik’i Yorumlayanlar Eleştirinin Eleştirisi (2020) adlı kitabında Mehmet Rifat, Sait Faik ile Sabri Esat Siyavuşgil’in yargılanmasıyla ilgili, “Sait Faik’in ‘Çelme’ başlıklı hikâyesi ikinci kez 1940’ta Varlık dergisinde yayınlandığında, derginin sahibi ve mesul müdürü Sabri Esat’tır. Hikâye aracılığıyla halkı askerlikten soğutmakla suçlanan Sait Faik ile Sabri Esat ‘Divanı Harb’i boylarlar.  Savunma sonucunda da ikinci duruşmada beraat ederler.” demektedir.

1950-1960’lı yıllarda röportaj türünde eserler altın çağını yaşamıştır. 1953 yılında Varlık dergisinin yayımladığı Edebiyatçılarımız Konuşuyor dönemin şair ve yazarlarıyla yapılan konuşmaları içermektedir.  Kitapta yazılı olarak verilmiş sorulara yazılı yanıtlar alınmış 20 röportaja yer verilmektedir. Şair ve yazarlar doğum tarihlerine göre sıralanmış her röportajın başına da sanatçının birer portre fotoğrafı ile kısa birer biyografisi konmuştur.

Gazeteci yazar Mustafa Baydar 1960’da yayımlanan Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar’da 1950-1960 arası Halide Edip Adıvar’dan Tahsin Yücel’e eski ve yeni parlamaya başlayan 50 sanatçıyla yaptığı söyleşiyle edebi söyleşi türünün önemli bir eserine daha imza atmıştı. Röportajların kimi gazete ve dergilerde kimisi de ilk defa bu kitapta bir araya toplanmıştır. Baydar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile yaptığı röportajı da Zoraki Diplomat’ın Dedikleri (1970) adıyla yayımlamıştı.

Şair gazeteci Halit Gavsi Ozansoy da anket ve gazete röportajlarıyla tanınır. Röportajlarla başladığı söyleşi türünü 1962’de edebiyatçılarla yaptığı söyleşilerle sürdüren Ozansoy’un 2016’da Beş Kuşak Konuşuyor ve 40 Yıl Sonra Diyorlar ki adıyla röportajları Ali İhsan Kolcu tarafından kitaplaştırılmıştır.

Gazete röportajlarıyla tanınan Necmi Onur’un Yeni Gazete’de Ünlü Yazarlarımız Nasıl Çalışıyor başlığıyla röportaj dizisi (1970-1971) yayınlanmıştır.

1976’da Yaşar Nabi Nayır Edebiyatçılarımız Konuşuyor’daki 20 röportaja 23 röportaj ekleyerek Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız Konuşuyor’u yayımlar.

Muzaffer Uyguner’in yayına hazırladığı Sait Faik Bütün Eserleri Açık Hava Oteli Konuşmalar Mektuplar adlı kitapta “Konuşmalar” adlı bölümde Sait Faik’le yapılmış bir kısmı edebî, 15 kısa röportaj bulunmaktadır. 1980’de Bilgi Yayınevi’nden yayımlanan kitabın “Röportajlar” alt başlığı altında da Sait Faik’in gezdiği çeşitli sanat müzeleriyle ilgili görüşleri yer almaktadır. Sait Faik’le yapılan röportajlar 2005’te Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Hikâyecinin Kaderi-Bütün Yapıtları: Yazılar adlı kitapta da yer almıştı.

Refik Durbaş, Ahmed Arif’le uzun bir söyleşi gerçekleştirmiştir. Söyleşi önce Cumhuriyet gazetesinde daha sonra Ahmed Arif Anlatıyor Kalbim Dinamit Kuyusu (1990) adıyla kitap olarak yayımlanmıştır. Kitabın ilk baskısı Cem Yayınevi tarafından yapılmıştır.

Oktay Rifat’ın 1992’de yayımlanan Konuşmalar adlı kitabının ikinci bölümünde şairle yapılan 22 söyleşi yer almaktadır.

Etem Çalık 1993’te Edebi Mülâkatlar adıyla çeşitli dergilerde yayımlanmış mülakatlar arasından seçtiği 37 mülakatın yer aldığı bir edebi röportaj antolojisi yayımlamıştır.

Şiiri ve şairi tanımanın en güzel yolu şairin dizeleriyle yapılan gezidir. Halil Korkmaz, Şiir Hangi Sözcüklerle Yazılmalı ki (Yön Yayıncılık, 1993) adlı edebi söyleşi kitabında röportaj yaptığı şairin kendi dizelerinden örnekler üzerinden şairlere sorular yöneltmiştir.

Oktay Akbal’ın 1979 yılında yaptığı daha önce herhangi bir dergi ve gazetede yayımlanmamış röportajları 1999’da Çağdaş Yayınları’ndan Şairler ve Ben adlı kitapta  “Altı Şairle Söyleşi” başlığıyla yayımlanmıştı. Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday, Salâh Birsel, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu ve Cahit Külebi’yle yapılan röportajlar Akbal’ın şiir üzerine yazılarını da topladığı Adam Yayınları’ndan 1982’de yayımlanan Önce Şiir Vardı kitabında da yer alır.

Behçet Necatigil’le yapılan röportajlar Düzyazılar 2 adıyla “Konuşmalar Konferanslar” alt başlığıyla Cem Yayınları tarafından 1983’te yayımlanmıştı. 1999’da da Düzyazılar II adıyla Yapı Kredi Yayınları’nda yeniden yayımlanmıştır. Kitapta Necatigil’le yapılan 33 röportaj yer bulmaktadır.

Hikmet Altınkaynak, 2000’de Yeni Bin Yılın Edebiyatçıları Söyleşiler kitabında 53 edebiyatçıyla yaptığı röportajı bir araya getirmiştir. Bir bölümü gazete ve dergilerde yayımlanmış bir bölümü de ilk kez bu kitapta yer almıştır.

Mehmet Nuri Yardım, 2000’de Romancılar Konuşuyor’da 54 romancıyla yapılan röportajları bir araya getirmiştir. 2001’de de Kelâm ve Kalem Konuşmalar adlı kitapta düşün insanlarıyla yaptığı 35 röportajı derlemiştir.

Kaan Özkan’ın Tahsin Yücel’le yaptığı 7 röportaj 2001’de Görünmez Adam: Tahsin Yücel Kitabı adıyla yayımlanmıştır. 2003’te Feridun Andaç’ın yayına hazırladığı Sözcüklerin Diliyle Konuşmak Tahsin Yücel ile Yüz Yüze adlı kitapta da Tahsin Yücel’le yapılmış röportajlar bulunmaktadır.

Öztürk Emiroğlu, 1950-1980 yılları arasında Hisar dergisinde yayımlanmış röportajları 2001’de Hisar’da Kültür ve Sanat Konuşmaları adıyla bir kitapta toplamıştır.

Zeynep Aliye 2001’de kimiyle yüz yüze görüşerek kimiyle görüşmeyip bilgi vermekle yetindiği 28 edebi röportajın yer aldığı Yüz Yüze Edebiyat Söyleşi adlı bir röportaj kitabı yayımlamıştır.

Adnan Benk kurup yönettiği Çağdaş Eleştiri dergisinde yayımlanmış söyleşilerini 2001’de Çağdaş Eleştiri Söyleşiler Yazılar adıyla derlemiştir.

Selim İleri, Attilâ İlhan’la yaptığı söyleşileri 2002’de Nâm-ı Diğer Kaptan “Attilâ İlhan’ı Dinledim” adıyla kitaplaştırmıştır. Attilâ İlhan´ın yıllarca asistanlığını yürüten Belgin Sarmaşık ise Attilâ İlhan’la yapılan söyleşileri 2004’te Attila İlhan: Açtırma Kutuyu – Röportajlar – 1 (1946-1983) ile Söyletme Kötüyü – Röportajlar 2 (1983-1987) adlı iki kitapta toplamıştır.

Ece Ayhan 1993’te Şiirin Bir Altın Çağı adlı kitabının içinde yer alan çeşitli sanatçılarla yaptığı söyleşileri 2002’de Hay Hak! Söyleşiler adıyla başka bir kitapta daha toplamıştır. Kitapta toplam 35 söyleşi yer alıyor.

Sermet Sami Uysal, 1954 yılında dönemin Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan söyleşileri 2004’te Eşlerine Göre Ediplerimiz adıyla aynı adla bir kitapta toplamıştır.

Mustafa Armağan, Refik Ahmet Sevengil’in 1935 yılında Her Gün Bir Ediple adıyla yayınladığı gazete röportajlarını 2004’te aynı adla kitaplaştırmıştır. Kitapta sırasıyla Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Etem İzzet Benice’ye 19 edebiyatçıyla yapılan söyleşi yer almaktadır. Tahsin Yıldırım da Ziya Osman Saba’nın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış söyleşilerini 2004’te Konuşanlar, Bir Hüzünle Sesinde adıyla derlemiştir. Seval Şahin Gümüş, Berna Moran’la çeşitli dergilerde yapılan röportajları 2004’te Edebiyat Üzerine Makaleler /Röportajlar adıyla kitaplaştırmıştır.

Sâmiha Ayverdi evinde yaptığı sohbetleri sonra röportaj şeklinde kaleme alarak 2005’te Mülâkatlar adıyla kitaplaştırmıştır. Kitabında Salih Zeki, Ömer Rıza Doğrul, Behçet Yazar, Enis Behiç Koryürek, Safiye Erol ve Burhan Toprak gibi yazarlara yer vermiştir.

2007’de gazeteci yazarlarla yapılan sohbetleri Vasfiye Özkoçak Babıâli Sohbetleri: Ustalar, Ustalarını ve Anılarını Anlatıyor adıyla kitaplaştırmıştır.

Doğan Hızlan, 1997’de edebiyat dünyamızın tanınmış isimleriyle radyo ve televizyon sohbetlerini ve söyleşilerini, Söyleşiler, 2018’de Yazı Kalır adıyla bir araya getirmiştir.

Yazar eleştirmen Feridun Andaç da 1997’de yazın ve kültür yaşamımızın seçkin adları ile yapmış olduğu söyleşileri Söz Uçar Yazı Kalır Bu Günün Yazın ve Kültür Coğrafyası adıyla yayımlamıştır.

Siyaset, magazin, kültür, sanat, spor ve iş dünyasının ünlüleriyle röportajlar yapan Nuriye Akman 2000-2004 arasında gazetelerde yayımlananları derleyerek Mayın Tarlası Sınırı Zorlayan Sorular (2002) ve Başka Sorum Yok (2004) adıyla yayımlamıştır. Nuriye Akman, Füsun Özbilgen, Leyla Umar gibi yazar ve gazeteciler de röportajlarıyla tanınmaktadır.

2

Söyleşi mi Röportaj mı?

Hikmet Çetinkaya’ya göre röportaj yazısı günümüzde pek bilinmemekte röportaj dendiğinde söyleşi anlaşılmaktadır. (Söyleşi mi, Röportaj mı?, Atilla Girgin, Der Yayınları, 2007) Röportaj gazeteciliğe en yakın tür olarak görülmekte, gazetecilik ve edebiyat arasında bir yerde duran bir yazı türü olarak tanımlanmaktadır. Röportaj makale, deneme, sohbet, fıkra, eleştiri ve haber yazısı gibi bir gazete metni  (yazısı) türü olarak edebiyattan beslendiği için bir edebiyat dalı olarak da kabul edilmektedir. Sözlükler röportajı konusu bir soruşturma ve araştırma olan gazete ya da dergi yazısı diye tanımlıyor.

Edebiyat kurgusal, röportajlar bazen fotoğraflarla da belgelenen gerçekçi metinlerdir. Röportajcı olaya kendi görüşlerini de katar ve yorumlayarak hikâye eder. Söyleşi ve Röportaj arasındaki farkları da şöyle sıralayabiliriz:

Röportajın en belirgin özelliği gözlem ve tanıklığa dayanmasıdır. Röportaj söyleşiyi de içerir, ancak söyleşi tam olarak röportajı ifade etmez. Röportaj soru-yanıt aktaran metinlerden oluştuğu kadar gözlem, tasvir (betimleme) ve öznel (kişisel) ifadelerden de oluşmaktadır. Söyleşi genellikle en az bir kişiyle ve yüz yüze yapılır, röportajda ise birden fazla kişiyle görüşme yapılabilir veya konuşmadan da bir kişinin portresi yazılabilir. Röportajda özne olmayabilir hatta bir çiçek, bir hayvan, bir mekân üzerine yazılabilir. Söyleşi röportaj yapılan kişiyi merkeze alır, görüşmeci mümkün olduğu kadar geri plânda kalır. Röportajda duygu, düşünce ve yorumları yansıtmaktan kaçınılmaz, öyküleme üslubu vardır. Söyleşide konuşulan kişinin düşünceleri yer alır, röportajda yazı üslubu öne çıkabilir. (Soru Sorma Sanatı, Dünyada ve Türkiye’de Röportaj ve Söyleşi Geleneği, Sedef Kabaş, Doğan Kitap, 2009)

Röportaj, inceleme, araştırma ve gözlem gerektiren konularda kaleme alınmış yazı türü olarak tanımlanır. Basın sözlüğünde soruşturma ve araştırma yöntemiyle hazırlanan haber yazısı olarak ifade edilir. Röportaj, bir yazarın yazısını okur karşısında “konuşur gibi” kaleme aldığı, okura sorular soruyormuşçasına yine kendisinin yanıtladığı canlı ve içten bir anlatıma dayalı yazı türüdür.

Edebiyatçılara göre röportaj edebiyat sanatının bir kolu, edebi bir türdür. Röportajın öykü, roman, deneme ve gezi yazısıyla kesişen yanları vardır. İlgi çekici konularda, sorunları, kişi, yer ve olayları yerinde tanıtma amaçlı, belge ve resmi belgelere de dayanan, görsel öğelerle de desteklenmiş yalın (açık) ve anlaşılır bir dille yazılmış öğretici nitelikli bir yazı türüdür. Önemli bazı yazarlarımız röportajlarını kitaplaştırmışlardır.

Milliyet Sanat Dergisi röportaj özel sayısında (Sanat Dergisinin Soruşturması: Röportaj Yazarları, Röportajın Bir Edebiyat Dalı Olduğunda Birleşiyor, sayı 147, 29 Ağustos 1975, s. 6) röportaj hakkında Hikmet Feridun Es, “Haber dediğimiz nesnenin ‘olmuştur’, ‘bulmuştur’, gibi tel örgüleri ile sınırlandırdığı alanın öbür yanında ise röportaj başlar. Ve ‘olmuştur’,  ‘bulmuştur’ diye anlatılandan da daha ‘insan ilgisi’ ve ayrıntılara girerek…” demektedir. (Milliyet Sanat dergisinden aktaran, F. Damla Kayayerli, Türkiye’de Röportaj Geleneği Bağlamında Yaşar Kemal’in Röportajları Üzerinden Nitel Bir Değerlendirme, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Medya Ve İletişim Sistemleri Yüksek Lisans Programı, 2012, s.12)

Hikmet Feridun Es, haberin sınırlandırdığı alanın öbür yanına geçip ayrıntılara girdiğinde röportajın başladığını dile getirmiştir.

Yaşar Kemal’e göre, “Haber gerçeğin kaba yansıması; röportajsa yaşamın özüne doğru iniştir. Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportaj bir edebiyat sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik, onun edebiyat gücüdür.” (Milliyet Sanat, 1975, s. 8)

Naci Sadullah Danış, röportajla ilgisi olmayan yazı türünün neredeyse bulunmadığını ifade ederken Nâzım Hikmet’in “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı “ ile “Taranta Babu’ya Mektuplar” adlı şiirlerini, şiir biçimine sokulmuş röportaj olarak değerlendirir.

Tanıklık ve gözlem sonucu elde edilen gerçek veriyi edebiyattan güç alıp anlatma sanatıdır röportaj. Röportajın özellikleri genel hatlarıyla şöyle sıralanabilir:

Gerçeklikten yola çıkan anlatım biçimi, tanıklıktan yararlanma, öznel bir doğruluğu sunma ve edebiyattan beslenme.

Söyleşi gerçeklerden ayrılamaz ve kurgusal olamaz. Haberde verilmeyen ayrıntıları kapsayan röportajın söyleşiden farkıysa yazım tekniğidir. Gazete yazım türleri arasında en sübjektif (öznel) olanı olarak gösterilir. Röportajcı fotoğraf makinesinin objektifi gibidir gerçeği kişisel görüşlerini katarak sübjektif bir doğruluk ölçütü içinden geçirip habercilik işleviyle gerçek biçimde yansıtır. Olayı yansıtırken içerikte nesnellik, üslupta öznellik vardır.

Röportajcılar kurgusal anlatım biçimi olan romanı geçmişin edebiyatı, röportajı ise bugünün yazı türü olarak ifade ederler. Röportaj sadece fikirlerin aktarımı değil çevrenin betimlenmesi, tasvir edilmesi yani bir tür canlandırmadır.

Röportaj konularına göre çeşitli türlere ayrılmaktadır: Portre röportajları,  gezi/izlenim röportajları ve konu/haber röportajları.

Türkiye’de röportajın tarihine bakıldığında mülakat kavramı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Portre röportajlarında görüşülen kişinin tanıtılması amaçlanır. Bu alanda ilk örnek edebi röportaj türündeki Diyorlar ki de bir portre röportajdır.

Mülakatçılık üzerine Ruşen Eşref Ünaydın, “Bir konuşmayı, renklerini ve vasıflarını belirterek canlandırmak için konuyla ilgili konuşanın kişiliğini biliş, eserini tanıyış, görüş tarzını kavrayış, konuşma tarzındaki özelliği seziş gibi âdeta ressam meziyetleri diyebileceğim birtakım tasvir kabiliyeti bir araya getirilmezse, mülakatçılığın ne demek olduğunu denememişlerse başkaları ağzından ziyafet çekme  hükmüne bağlanıverecek derecede basit görünür de sanılan başarılı bir sonuç elde edilemez.” demektedir. (Ruşen Eşref Ünaydın’dan Hasan Âli Yücel’e “Diyorlar ki” İçin Bir Mektup, Nuri Sağlam, Kitabevi Yayınları, 2001, s. 127)

Çoğu röportajlar, gezi yazısıyla iç içe sunulur. Bütün gezginler birer röportajcıdır da denebilir. Bu tür röportaj yazıları gezi/izlenim röportajı türü içine girmektedir.

Seydi Ali Reis’in Çağatayca yazılan 1554 tarihli Mir’atü’l-Memalik (Memleketlerin Aynası)  adlı eseri ilk Türk seyahatnamesi, Evliya Çelebi Seyahatname’si ise ilk Türk röportaj örneği olarak kabul edilmektedir. Gezip gördüğü yerlerin toplumsal yaşamını ve sorunlarını anlatır.

Nâmık Kemal’in 1867 ramazanına ait gözlemlerini aktaran “Ramazan Ta’rîf-i Ahvâline Dair Mektup” başlıklı üç sayılık bir seri makalesi  “mahallî röportaj” türünün ilk örneğidir. Basiret gazetesini yayımlayan Ali Efendi ‘nin daha sonra İstanbul Mektupları adıyla basılan (hazırlayan Nuri Sağlam) 1870-1878 arasında kaleme aldığı Şehir Mektubu başlıklı yazıları, Ahmet Rasim’in 1912’de yayınladığı Şehir Mektupları da şehir yaşamının konu edildiği röportaj türünün ilk örnekleri sayılabilir.

Cenap Şahabettin, Falih Rıfkı Atay, Hikmet Feridun Es gezi yazılarındaki röportajlarla dikkat çekmektedir. Melih Cevdet Anday, Çetin Altan, İlhan Selçuk gibi yazarlar gezi izlenimlerini yazarken röportaj yöntemini kullanmışlardır.

Röportaj yazısı araştırmacı gazeteciliğin bir yan koludur. Konu haber röportajlarıysa bilgi ve detay içerir. Araştırmacı gazetecilik de bu türden röportajları içermektedir. Savaş röportajları bu türün arasında sayılabilir. Times gazetesi savaş muhabiri William Howard Russell ilk savaş röportajı örneklerini vermiştir.

Ekim Devrimi ve Rusya’daki iç savaşı aktaran ve bu konu hakkında yazılmış Dünyayı Sarsan On Gün’ün yazarı Amerikalı gazeteci John Reed, İspanya iç savaşını izleyen, Guernica’nın bombalanışını dünyaya duyuran The Times savaş muhabiri İngiliz gazeteci George Lowther Steer, Vietnam savaşını aktaran Seymour  Myron Hersh de örnek gösterilebilir.

Röportajlar anlatım biçimlerine göreyse, öyküleyici, betimleyici, açıklamalı ve tartışmacı olarak türlere ayrılmaktadır. Kısaca röportajlar, okuyucuyu ortamla bütünleştiren, zaman ve mekânın içindeymiş gibi hissetmesini sağlayan bir anlatım biçimiyle verilmektedir.

Bu türde eserlere Söyleşiler (Nurullah Ataç), Eşref Saat (Şevket Rado), Dilimiz Üstüne Konuşmalar (Melih Cevdet Anday), Muharrir Bu Ya (Ahmet Rasim) gibi yapıtları örnek verebiliriz.  Röportaj yazısı yazarları arasında da Cenap Şahabettin, Attilâ İlhan ve Hasan Ali Yücel gibi isimler sayılabilir.

Nurullah Ataç, 1942-1945’te Cumhuriyet gazetesi ile 1945-1953’te Ulus gazetesinde yazdığı 90 yazıyı 1962’de Söyleşiler’de biraya getirmiştir. Ulus’ta yayımlanmış olanlarında bir varlıkla konuşur gibi sorular sorup kendi yanıtlayarak yazılarına bir röportaj havası vermiştir.

Çağdaş Röportaj Türkiye’de 1950 sonrası gelişmiştir. Yaşar Kemal Türkiye’de çağdaş röportajın kurucusu olarak kabul edilmektedir. Yaşar Kemal’in Bir Bulut Kaynıyor (1974) adlı röportaj kitabında Çetin Altan, Abidin Dino ve Sait Faik yer almışlardı. Gazetede yayımlanan röportajlarıyla Fikret Otyam ve Orhan Kemal gibi yazarları etkilemiştir.

Yaşar Kemal ve Fikret Otyam’ın röportaj yazılarında Anadolu’daki toplumsal sorunlar gözlemlere dayanıp irdelenerek edebi bir dille aktarılmıştır. Yaşar Kemal’in röportaj yazıları Bu Diyar Baştan Başa adıyla yayımlanmıştır. Yaşar Kemal, röportajı Binbir Çiçekli Bahçe (2009) adlı kitapta “haberin varamadığı yere varandır” şeklinde ifade ederek şöyle diyordu:

 “Ben Vietnam savaşını ne haberlerden, ne de bilimsel araştırmalardan öğrenebildim, daha da ileri gidersem televizyon filmlerinden de öğrenmedim; ancak Vietnam savaşı üstüne birkaç röportaj okuyuncadır ki bu korkunç savaşın dehşetine varabildim.” (s. 115)

1960’lardan sonra önemli röportaj örneklerini verenler arasında, Halit Çapın, Yılmaz Çetiner, Nail Güreli, Cengiz Tuncer, Mete Akyol, Necmi Onur, Kerim Korcan, Mustafa Ekmekçi, Dursun Akçam, Erol Toy gibi isimler sayılabilir

1955’te Çukurova Yan Yana ila Yaşar Kemal, 1959’da Ha Bu Diyar ile Fikret Otyam ve 1964’te İç Göç ile Tahir Kutsi Makal çağdaş röportaj türündeki ilk kitap örneklerini verdi.  Fakir Baykurt, 1980 sonrasında kaleme aldığı öykülerde yurtdışında yaşayan işçilerin sorunlarını öykülerde geçen insanların anlatımlarından yararlanarak röportaj-hikâye üslubuyla kaleme almıştır.

Ancak günümüzde sanat ve edebiyatla haşir neşir olmayan, kitap okunmayan bir ortamın doğal sonucu olarak da araştırma, inceleme ve soruşturmalara dayanan bilgi, birikim ve emek gerektiren bir yazın türü olan röportaj yazıları gazetelerde eskisi kadar yer bulamamaktadır.

Röportaj yazınının sürdürülmesi “röportaj bal gibi edebiyattır” diyen Yaşar Kemal gibi ustaların açtığı yolda çaba göstererek ilerleyebilecek toplumsal sorunlara da daha duyarlıklı ve toplumsal olaylara derinliğine inebilecek gazeteci ile yazarların ilgi göstermesiyle mümkün olacaktır.

3

Edebi Söyleşilerden Örnekler, Görüşler…

Çağının sorunlarını biliyorsan sanatçısın, değilsen ne ozan ne sanatçı ne de insansın.

(Tahsin Saraç)

Sınıflarını edebiyat derslerinin kazandırdığı itibarla geçtiğini söyler Yakup Kadri Karaosmanoğlu. (Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık Yayınları, 1976, s. 9)

Her şey edebiyatı sevmekle başlar diyor Ahmet Hamdi Tanpınar ve ekliyor “Gençlere verecek tek nasihatim, bir jurnal (günlük) tutmalarıdır. İnsan her şeyi kendinden, hayatından çıkarır.” (s .53)

“Dışarıya kapalı bir dille yazıyoruz (…) Bizim en büyük sorunumuz kendimizi beğenmememiz, okumamamız. (… ) Gençler iki büyük madeni buldular: Halkın Dili ve Halkın Kendisi. “ (Ahmet Hamdi Tanpınar)

“Toplumun yarınına karıncalar gibi çöp taşımakla mutluyum.” (s. 89) diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca ve ekliyor “Dile, toplum sorunlarına bütün eli kalem tutanların eğilmelerini isterdim. “(s. 91)

 “Politika dışı kalmak, Fransızca deyimiyle apolitik bir varlık olmak insanın elinde değildir. Bu bakımdan her yazar her ozan gibi, geniş anlamda ben de politikanın içindeyim. “ (Oktay Rifat)

“Ozanın dili, kişiliği demektir.” (Melih Cevdet Anday)

“Her yeni şiir derinlerdeki içgüdülerin, tutkuların yeni biçimlerde verilişidir.”(s. 121) diyor Behçet Necatigil ve ekliyor “Önemli olan şairler değil, şiirler.” (s. 125)

“Soyut devimsiz olandır. Evrense baş döndürücü bir devim içinde. Her şey geçip gidiyor.” (Orhan Hançerlioğlu)

“Her sanat, alıcısını da elbette kendisi yetiştirir.”(s. 142) diyor Cahit Külebi ve ekliyor “Doğuda, hele bizde ozanlar her zaman boldur. Sıkıntılarını şiirle anlatmak isteyenlerin sayısı azaldıkça; buna karşılık, şiiri yazmadan da sevenlerin sayısı arttıkça, o ölçü kadar bizde kendimizi Batılılaşma yolunda ilerlemiş sayabiliriz. Elbette ki bu durum kendiliğinden gerçekleşemez. Her alanda olduğu gibi, işin temeli eğitim düzeyimizin yükselmesine bağlıdır.” (s. 143)

“Şiir edebiyatın özüdür. Benim için nerde bir roman, öykü, oyun ya da deneme varsa orda bir şiir sorunu da vardır.” (s. 155) diyor Sabahattin Kudret Aksal ve ekliyor “Yaygındır şiir, vardığı sonuç yönünden yaygındır.” (s. 156)

“Batının üç dört yüzyılda yaşadığı bir şiir serüvenini biz bir yüzyıldan daha kısa bir süre içinde yaşayıvermişizdir. Geliştirmeden, iyice içimize sindirmeden yaşamış, tüketmeden bırakıvermişizdir.“ (Sabahattin Kudret Aksal)

Şiddet ve acıklı karakterlerin kesin hatlarla çizilmiş olduğu konuların kötü edebiyat denilen şeye dâhil olduğunu ifade eden Oktay Akbal, “Öyle sanırım ki, en büyük sanatçılar bile hayatları boyunca en başarılı eserlerini veremediklerinden şikâyet edip durmuşlardır.” (s. 175) diyor.

“Kemal Tahir Bey Batı’dan kültür emperyalizmi olarak üstümüze çöken üstyapı kopyacılığına karşı direkt olarak halkla bağlantılı olmayı, Selçuklu olsun, Osmanlı olsun, hepsini batıdan gelene yeğlemeyi öneriyor. Ben, geçmişten elimizde kalanı değerlendirmek konusunda onlara katılıyorum ama ulusal ve yeni bileşimi yapmak için bu malzemenin yeterli olduğuna inanmıyorum.” (s. 194) diyen Attila İlhan, batıdan alacağımız pozitif kafanın elimizdeki ulusal malzemeyi değerlendirme olanağı sağlayacağına inandığını belirtiyor.

Dili hep araç bilip özene bezene kullanmayı yeğleyenlerden olduğunu belirten Metin Eloğlu, “Her ‘gerçek’ etkiler kişiyi; bu etkilenişler yeni bir ‘gerçek’e dönüşürken de en doğru çizgisini kendi çizer.” (s. 212) diyor ve ekliyor “Ozan şiirle savaşamaz; tüm boğuşmaları kendisiyle, gerçek Ben’iyledir. Dil’i zorluyorsa, imgeleri şımartıyorsa, ses tellerini dikenliyorsa, o kavganın buyruğuyla oluyor bu; ‘Şairâne işgüzarlık’tan değil…” (s. 215)

“Şiirin hammaddesi sözcüklerdir. Bununla birlikte, çoğu öznel durum ve deneyleri anlatmakta dil epeyce yoksuldur.” (s. 219) diyen Osman Türkay,  “Bu dil yoksulluğu içinde şiir, gene de sözcüklerin anlatamayacağı bir evren kurar, tıpkı müzik gibi.” (s. 220) diye de ekliyor.

Türkay’ın açıklamasına göre duygu ve aklın birlikteliğini en uygun ifade eden biçim, şiir…

Şairin işinin soyutu somutlamak olduğunu belirten Edip Cansever, “kısaca, şiirsel sözün yaşamdaki yerini bulmasını sağlamak” (s. 228) diye ekliyor.

“Çağındaki sorunların bilincindeysen çağının sanatçısısın, yok eğer, insanlık onurunun kurtarılması savaşında gencecikler başak gibi biçilirken, sen şiirinde ince dizersen, çağ dışı kalmışsın demektir; dolayısıyla ne ozan, ne sanatçı, ne de insansın.” diyor Tahsin Saraç (s.242)

Özdemir Asaf 1978 yılında yayımladığı Yalnızlık Paylaşılmaz’daki şiirlerinde yalnızlık teması işler. Şiirle özdeyişin yine iç içe olduğu görülür. Ne var ki, artık özdeyiş şiirdeki öz duygu ile bütünleşmiştir. Şair, kitaba “Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur” diye başlamaktadır.

“Şiirin karşısında çaresiz ve zavallı bir düşkündür şair; bir cüzzamlı!..  Şairin belleğindeki yara bir türlü kabuk bağlamaz, zamanın irini sızar durur yüzlerine” diyor Osman Hakan A. (Şiir Hangi Sözcüklerle Yazılmalı ki, Halil Korkmaz, Yön Yayıncılık, 1993, s.12)

Osman Hakan A., “Tarih ve toplumun özüne yerleştirdiği şiiri, bir ‘Bayram’ ve ‘Mutlak zamanın tortusu’ olarak adlandırır Octavia Paz.” diyor. Hippocrates’in şu sözünü de anımsatıyor, “Sanat sonsuz, hayat kısa”dır. (s. 10)

Şairlerin yazmadıkları şiiri aradığını belirtir Sunay Akın. “Çünkü şairin en güzel şiiri henüz yazmamış olduğu şiiridir!” (s. 14)

İlk Nobel ödüllü Meksikalı, evrensel şair-düşünür-romancı Octavia Paz’ın dediklerini anımsatan Sunay Akın da, “Octavio Paz, tek bir şiirin varlığından sözedilemeyeceğini, her şairin yazdığı ayrı ayrı şiirlerin olduğunu söyler.” (s. 14) diyerek, ayrı ayrı şiirlerin tek bir şiirden daha önemli olduğuna dikkat çekiyor.

Ve “12 Eylül sonrasında kitap okuyan insanlar topluma yazı dışı insanlar tarafından ‘yasa dışı’ olarak tanıtılmadı mı?” (s. 14) diye soruyordu Akın.

Şairler bize lâzım ve onlar genç ölmemeliydi; 12 Eylül’ün yasadışı ilan ettiklerini aramıyor mu insanlık şimdi?

Mutlu bir aşk mı düşlediğin
Açıkmavi bir mutluluk mu?

diye soruyor şair Hüseyin Alemdar bir şiirinde. (s. 20)

Ve herşeye

Yetişme duygusu. (Ataol Behramoğlu)

dizesi için “Yine bizim kuşağı ve sonrakilere özetler” diyen Ataol Behramoğlu, “Ne Yağmur… Ne Şiirler…” adlı şiirindeki “Hayatımızın kanadığını görmüyor musun” dizesi için de, “60’lı yılların militan gençliğine ve bir sonrakilere ağıt.” (s. 33) diyor ve ekliyor: “Kanımızla yazılmıştır hayatın destanı.”

“Şiir umuttur.” diyor Nevzat Çelik, “Belleksiz insan yenilir! Şiir de!” (s. 51-s. 53)

Susmak

İlk şiir

Şiir-

İkinci ağlayıştır. (Kubilay Köseoğlu)

Kubilay Köseoğlu “Aşk, gizlerimizin, bir başkasının gizleriyle gizlice buluşmasıdır.” (s.92) diyor belki de Jean Paul Sartre’ye öykünerek .    Sartre, Bulantı adlı romanda, “Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkûmdur.” der.

“İki fırtınanın tam ortasındaki uçurumda doğuyor şiir.” (s.92) diyerek ekliyor Köseoğlu:

“Bilgeler, peygamberler, filozoflar, şairler, bilginler…

“Önceden gören sonraya kalan insanlar…

“Kartal görkemiyle yalnız gökyüzünde, kanatları güneşe dokunsa da.” (s. 95)

Ya şiir, neyi değiştirir, bilincin

Andacı olmazsa bize. (Mustafa Köz)

Marks’ın “Yaşamımızı belirleyen, bilincimiz değil; bilincimizi belirleyen, yaşamın kendisidir” sözünü anımsatan Mustafa Köz, “Şiir, yaşamın orijinidir. Tek sözcük bile yaşanana denk düşer çoğu zaman.” diyor. (s. 99)

Şiir eylemin önünde gider ama duyarlılıklarımızı bilince dönüştürmek gerekir diyor şair Mustafa Köz ve ekliyor: “Bilince dönüşmeyen sayıklamalar, mırıldanmalar ise şiir değil, ‘karınca duası’dır”. (s. 99)

Şiirlerinde hep sevda, umut ve arkadaşlığı aradığını belirten Cahit Külebi sevmekten ve yoksunluktan yana şiir yazmasını şiirinin karakteristiğine bağlar.

“Şiir kahve içmez, cinayet işler. “ (Özkan Mert)

“Çünkü şiir dünyaya bir sataşmadır.” diyor Özkan Mert. (s. 108)

“Evet bir çağsonu estetiğiyle kirli sularda yüzüyoruz. Her şey geçti… Dostluk, aşk, gelecek, tatlı sohbetler…”  diyen Lale Müldür  “aşkın nasıl bir şey olduğunu” anımsamamızı da istiyor. (s. 110)

“Şairin eylemi zaman-dışı’dır. Her şair sadece bulunduğu an’a ait değil, bununla beraber, geçmişe ve geleceğe aittir.” (Hasan Öztoprak)

Her şiirin sonunda bir çığlıktır beklenen (Sennur Sezer)

Sennur Sezer, “Ne kaldı sizden, insanlardan, aşktan, şiirden… Arıyorum. Sesinizi duyamıyorum. Afişler, reklamlar, sağır bir duvarlar dizisi örtüyor. Şiirin üstünü de. Bu yüzden şiiri kazıyorum, biriktiriyorum. Arındırmaya çalışıyorum. Üstündeki küften, boş sözlerden özentiden.” diyor (s. 129) ve ekliyor:

“Bir senaryoyu yaşıyor gibiyiz: Üret, tüket, üret… Suratını değiştir, elbiseni, papucunu, yürümeni. Ama yaşaman aynı kalsın. Gök daralsın. Soluğunu tut. Modası geçti insan olmanın. Ekrana bak. Televizyonun ekranına. Bilgisayarın ekranına. Yanıt orada. Çözüm orada. İnsan yüzü yok. Yasak.

“Ben aşkı düşünüyorum. İnsanı vareden olguyu. Tırnaklarımla kazıyarak çevremizi saran karanlığı. Yaşasın diye bir sap papatya, bir kök karanfil, bir çocuk sesi. Soruyorum, ne kaldı geriye bunca yaşanandan?” (Sennur Sezer)

“Şiir çaredir, çaresizlik gibi de yaşanır.” (Afşar Timuçin)

“Çokları aşk diye yalanı yaşadı. Oysa bizim her tutkumuzda yer yerinden oynardı.”  (s. 133) diyen Afşar Timuçin, “İnsan tek başına hiçtir.  İnsan bir başkasıyla bir olduğu, başkalarıyla yanyana geldiği ölçüde insandır” diye de ekliyor. (s. 134)

“Devlerle cüceler aynı şeydir. Önemli olan insan boyutlarında olmak. Gerçek düşünce ve gerçek sanat insan boyutlarındadır. Duyguları, düşünceleri, çabayı, amacı bölüşebildiğimiz ölçüde insanız. İnsan bölüştükçe insanlaşır, kendinden verdikçe. “ (Afşar Timuçin)

“Şair, dünyadan hiçbir şey beklemeden dünyayı sonuna kadar yaşayabilen böylece de sonuna kadar ölebilen kişidir.” diyor Mehmet Yaşın. (s. 140)

Hasretinden Prangalar Eskittim, Ahmed Arif’in hayattayken yayımlanan tek şiir kitabıdır. Ahmed Arif bu yapıtıyla toplumcu-gerçekçi şiirimizde büyük bir iz bırakmış, edebiyatımızın unutulmaz şairleri arasına girmeyi başarmıştı. 1968’de ilk baskısını Bilgi Yayınevi’nin yaptığı kitap farklı yayınevleri tarafından da defalarca basıldı.

Belinde Diyarbekir kuşağı
Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra
Yürür namus bildiği yolda…
Yürür yine de yalınayak ve
ayakları yanarak
. (Ahmed Arif)

Ahmed Arif, “Ben şiirleri bekletirim. Mesela şimdi 20 yıldır hiç dokunamadığım şiir var. Öyle kalsın. Damıtılsın. Bir yere takılmışımdır. Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm buluncaya kadar beklesin. Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben buna çok saygı duyarım.” (Ahmed Arif Anlatıyor Kalbim Dinamit Kuyusu, Refik Durbaş, Piya Kitaplığı, 1997, s. 23)

“Otuzüç Kurşun”u bir ağıt olarak yazdım. Bugün de öyle düşünüyorum. Klasik ağıt. Bizim Türkçemizde sözlü ağıtlar var ya, şivan. Öyle kaleme aldım. Yayımlayacağım filan hiçbir zaman aklıma gelmedi.” (s. 27)

“Madem öyle, kitabımın adı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun dedim.

“Kimin hasretiyle’ diyorlar. (… ) Tabii sevgili de var bunun içinde. (…) Ama bunun yanında bizim halkımızın mutluluğu, gelecek bakımından güvenli bir hayata kavuşmasının hasreti de olacaktır.“ (s. 73)

İki yaprak arasında kıyılmış
Bir parçası var kalbimin
İncecik, ak kağıtlara sarılır,
Dar vakit yanar da verir kendini,
Dostun susan dudağına…
 (Ahmed Arif)

“Önce şiir vardı. Her şey şiirden doğdu… Bu dünya şiirsiz yaratılmış olamaz. İnsanoğlu şiirle konuştu ilk kez. Şiir yazmak için yarattı ilk sözcükleri… Bu yüzden ozanlar bir çeşit evliya, ermiş, peygamber sayılmışlardır eski zamanlarda. Bugün bile gerçek ozanlar toplumların öncüsü sözcüsü, yol göstericisi oluyorsa bunu, şiirin evrensel diline, gücüne borçludurlar… Onlar insanlık ulusunun, bir gün er geç kurulacak o büyük, tek ulusun, tek toplumun öncüleridir.”(Önce Şiir Vardı, Oktay Akbal, Adam Yayıncılık, 1982, s. 7)

Şair ve çevirmen Erdoğan Alkan, Arthur Rimbaud’nun yaşamı, sanatı ve tüm şiirlerini incelediği Ateş Hırsızı (Broy Yayınları, 1993) adında bir biyografik kitap yayınlamıştı. Alkan, şiir akımlarını ve şiirin temel konularını ele aldığı önemli bir yapıta daha imza atar: Şiir Sanatı. Kitapta, Rimbaud’nun şair Paul Demeny’ye yazdığı mektuba da yer verir. Rimbaud, Demeny’ye şiir hakkındaki düşüncelerini şu sözlerle ifade etmektedir:

“Bilici olmak, görülmezi gören olmak gerekir diyorum. Tüm duyuları uzun süre, sonsuzca ve bilinçle bozup değiştirerek kendini bilici, görülmezi gören kılar ozan. Sevginin, acının, çılgınlığın bütün biçimlerini bozup değiştirmekle kendini bilici kılar; tüm ağuları kendi arar, onları kendinde tüketir ve bunların ancak özünü alıkor. Dille anlatılmaz bir kıyınçtır ki bu, burada ozanın artık büyük bir inanca, tam insanüstü bir güce gereksinimi vardır, bu acıda ozan ayrıca herkes arasında büyük hasta, büyük cani, büyük lanetli olur, -ve de yüce Bilgin! … Demek ozan gerçekten ateş hırsızıdır.”  (Şiir Sanatı Erdoğan Alkan, Yön Yayıncılık, 1995, s. 154)

Derleyen: TAMER UYSAL

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.