DOLAR 32,3428 0.19%
EURO 35,1255 -0.17%
ALTIN 2.240,53-0,12
BITCOIN 2032344-7,93%
Elazığ

HAFİF YAĞMUR

16:39

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Av.Kemal Çelebi

Av.Kemal Çelebi

21 Aralık 2021 Salı

Siyonizm Gerçeği

Siyonizm Gerçeği
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İsrail’i politik bir proje olarak tasarlayan ve var eden Siyonizm, modern milliyetçi/ırkçı politik bir ideoloji ve projedir. “Vatansız Yahudi halkı için bir ulusal yurdun kurulması” amacı ile uygulamaya konulan bu proje, İsrail’i vücuda getirmiş olmakla beraber tamamlanmış değildir. Seküler olmakla beraber siyonizmin, yapısal olarak, Yahudi teolojisinden etkilenmesi kaçınılmazıdır. Siyonizm “gramer” ise bu gramerin “sentaks”ı ve bu sentaksa döşenen “lügat” Yahudi dinidir. Hatta siyonizmin, sekülerleşmiş bir Yahudi teolojisi olduğunu söyleyebiliriz. Aşkın akide dünyevi iman ve amaçlar olarak dimdik ayaktadır. Ortodoks Yahudiler için ise siyonizm bir dini milliyetçiliktir.

Tanrının tarihi vaadi olan eretz İsrailde modern siyon ulus devletini kurarak, bu toprakları dünyaya dağılmış Yahudiler için kolonileştirme ve mülkleştirme projesi, ve bugün dahi nihayet bulmamış ideali olan siyonizmin adım atar atmaz varacağı yer din ile milleti eşitleyen Yahudi teolojisidir. “Seçkin/seçilmiş millet” düşüncesinden modern ırkçılığa geçiş yapmak için, yapılması gereken sadece eski düşünceye yeni elbise giydirmek veya eski lügati yeni gramere döşemektir.

Bir milliyetçilik ve ırkçılık olan siyonizm ve onun başarılmış, vücuda getirilmiş projesi olan İsrail, Yahudileri motive etmek ve ütopya sunmak için Museviliğin tarihsel muhayyilesine/mirasına başvurmak zorundadır. Çünkü dünyaya dağılmış, ve asimilasyona uğramış Yahudi ümmetini bir arada tutmuş olan yegane şey Yahudi dini olan Museviliktir. Din, diasporadaki Yahudiliğin vatanı olmuştur. Eğer Yahudi teolojisinin, Tevrat’ın ve diğer kutsal metinlerin, motivasyonu olmasaydı Siyonizm, müntesiplerine ütopya sunan bir tarikat, bir parti olarak kalacaktı. Dindar, dinsiz tüm siyonistler Tevrat’a başvurarak oradan her türlü siyasi ahlak prensiplerini, kampanya retoriklerini, gençliğe hitaben edecek ve onları mücadeleye kanalize edecek idealist öğeleri alıyorlardı. Yahudi aydınlanması olarak Tanrı’ya yer vermeyen laik siyonistler için Yahudi dini, bir ulusal güç kaynağı idi. Siyonistler, Yahudilikten istifade ederken, Yahudi dindarlarda özellikle 1967 Zaferi’nden sonra siyonizmi kucaklayarak Yahudilerin, İsrail aracılığı ile dine dönmeleri/dindarlaşmaları için ondan faydalanmaya çalıştılar.

Her dünyevi ideoloji, iş müntesiplerinden fedakârlıkta bulunmalarını istemeye geldiğinde dinleşir veya din/i dili ödünç alır. Zaman için bu dili terk edebileceği gibi onu temellük ederek içselleştire de bilir. Dolayısı ile dini olamayan bir amaç bile dinsel bir dil ve retorik ile savunulabilir. Fakat siyonizm ile Musevilik arasındaki ilişki, daha derin olan bir tarih ve kan bağı ilişkisidir; arz- mevud’a ısrar ve ortaklık. Ateist siyonizm, Museviliği inanç olarak inkar etse bile “tarihi miras” ve olarak kucaklamaktadır. Dindar Siyonistler için ise birebir örtüşme söz konusudur. Yahudiler acılarının karşılığı, kurbanlarının kan bedeli ve ölülerin mirası olarak Filistin toprakları üzerinde hak iddia etmektedirler. Menahem Begim şöyle diyor; “var olma hakkımızı, 4000 yıl önce bize atalarımızın tanrısı verdi. Bu hak nesilden nesile Yahudi kanı ile kutsallaştı. Ulusların tarihinde, eşi olmayan bir bedel ödedik.” İsrail, tanrının acı çekmiş Yahudilere holokoust‘un kefareti olarak armağandır!

Siyonistlerin yurt edinmek amacı ile tartıştıkları bir çok seçenek içinden Filistin’i seçmeleri İsrail’in tarihi ve dini geleneği göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz. Eğer beni İsrail’in tek amacı güvenli vatan bir edinmek olsaydı kendilerine teklif edilen Arjantin, Madagaskar ve Uganda’dan birini tercih edebilirlerdi. Ama onlar Filistin’i tercih ettiler; çünkü vaat edilen topraklar tüm Yahudilere cazip geliyordu. Dindar Yahudiler, Nil’den Fırat’a vaat edilmiş kutsal toprakları Tanrı Yehova‘nın kutsal kitap Tora‘da kendilerine vaade ettiği bir hak olarak görüp bu toprakların fethini talep ederken; laik siyonistlerde “Yahudilerin tarihi hakkı” argümanı ile aynı hedefi paylaşmaktaydılar. Sonuçta Siyonizm tüm laik kökenlerine rağmen çoğu yerde, en azından dünyevi hedefleri itibarıyla, Yahudi teolojisi ile iç içe geçmektedir. Öyle ki ateist Siyonistler bile kendi ideallerini için kutsal kitabı referans vermekten kaçınmamaktadır.

Yahudilere göre toprağın sahibi olan tek ulus Yahudi halkıdır. David Ben Gurion 1919’da şöyle diyordu: “Biz bu ülkenin bizim olmasını istiyoruz; ama, Araplar da bu ülkenin kendilerinin kalmasını istiyorlar”. Ve hiçbir demografik olay bunu değiştiremez. Bir toprağında iki sahibi olamaz. Kudüs’ün “ebedi başkent” olacağı Nil’den Fırat’a arz-ı mev’ud’un fethi İsrail’in güvenliği için zorunlu olduğu gibi dini ve tarihi bir vazife ve vecibedir. Hiç kimsenin bunu askıya alma ve vazgeçme hakkı yoktur. İsrail eski Dışişleri Bakanı Moşe Dayan açıkça dünya kamuoyu önünde şöyle demişti; “Hiçbir Yahudi Arz’ı Mev’ud’dan (Tanrı’nın vaad ettiği topraklar) taviz veremez.” Hahamlık eğitimi alan Yigal Amir, barış görüşmelerinde bulunarak Yahudiliğe ihanet ettiği düşüncesi ile İzak Rabin’i öldürdü.

İsrail’de Jabotinsky’nin maksimalist sınırlar geleneği hala varlığını devam ettirmektedir. “Büyük İsrai”l devletinin sınırlarını gösteren haritalar yaygındır. Çoğu Yahudi mevcut İsrail devletinin, İsrail topraklarının sadece bir bölümünde kurulduğu düşüncesindedir. İsrail’in zaferleri daha geniş sınırlara yönelik kutsal talimat olarak algılamaktadır. Ve hahamlar ve elde edilen bölgelerin iade edilmememinsin dinsel bir zorunluluk olduğunu defaaten beyan etmişler ve savaşa/öldürmeye fetva vermişlerdir. Siyonizm, özellikle 1967’den sonra daha da dinileşmiştir. Özellikle Ortodoks Yahudiler İsrail’in karşıkonulmaz zaferinin ve “yenilmezlik miti”nin, Tanrı’nın desteğinin ve Mesih çağına dair vaadinin yerine gelmesinin bir alameti olduğuna dair inancı benimsediler ki, aynı inanç Hıristiyan evanjelikler atrafından da paylaşılmaktadır.

Demografik yapının değişimini varlığının güvencesi olarak gören İsrail, sınırları belirlenmemiş Yahudi Vatanı”na, dünyadaki dindaşlarının/vatandaşlarının göçlerini temin ve teşvik etmek ve gelenleri yerleştirmek için sistematik olarak işgallere girişmektedir. Bu demografik değişim için Filistin’in Filistinsizleştirilmesi politikası uygulanıyor. Filistinlilerin evlerinin yıkılarak yeni Yahudi yerleşim yerlerinin açılması, sürekli işgal, Filistinlilerin sürgünü ve katledilmesi ile İsrail, yayılmacılığına engel olacağı için son derece tehlikeli olarak addettiği Ortadoğu’daki kalıcı barışı, sürekli olarak askıya alırken, tüm Yahudi yurdunun Yahudileştirilmesi için izlediği emperyal politikalar ile savaşı sürekli hale getirmiştir. Çatışmanın ve işgalin dindiği herhangi bir barış dönemi! ise sonraki savaş için bir hazırlık ve dinlenme dönemi olarak değerlendirilmektedir. Dolayısı ile asıl olan bir “sürekli savaş hali”dir.

İsrail’de bu hedefler üzerinde büyük bir uzlaşım vardır. İsrail’deki cılız siyasi çekişme de bu toprakların behemehal güç kullanılarak elde edilmesini savunan şahinler ile bu yayılmanın, olabildiğince az Yahudi’nin ölümüyle neticelenecek şekilde zamana yayılması ve bazı ikna yöntemlerinin de kullanılması gerektiğinin savunan güvercinler arasındadır. Yoksa “kalıcı barış” düşü ne şahinler ne de güvercinler için söz konusu değildir. Tartışma hedeflere değil, yönteme ilişkindir. Katliamlara böylesi büyük kitlesel desteğin olması bunun göstergesidir.

İsrail’in katliamlarının teolojik bir motivasyonu olmaması kaçınılmazdır. Çoğu Yahudi katliamları dini vecd içinde, vecibe olarak addedip icra ederken, dindar olmayan ve hatta inançsız olan, Yahudi siyasetçiler bile kitlenin dinsel coşkusunu siyasi ve askeri cepheye kanalize etmek için kutsal kitaba başvurmaktan kaçınmamaktadırlar.

Yahudilerin, özellikle Avrupa’daki, acı dolu tecrübelerinin dini/metafizik kavramlara tercümesi ile politika ve tarih diline tercümeleri aynı noktada buluşmaktadır; şiddeti ve öldürmeyi kutsamak. Sonuçta olan şey, Siyonist Nazilerin halk ve hata insan addetmedikleri Filistinlilerin, seçilmiş kulların ve mutluluğu ve Yehova’nın vaadinin yerine gelmesi için sürülmesi ve öldürülmesidir. Çünkü onlar beni İsrail’in ülkesine göz koymuşlardır. Onlar, Yahudi olmayan kafir/düşmanlar olduklarından “öldürmeyeceksin” emri onlar için geçerli değildir. Evet “on emir“de Tanrı “öldürmeyeceksin” der; ama, literal okumadan elde edilen mana Talmud‘a bağlı kalınarak ve yorumlandığında öldürülmemesi gerekenler kardeş olan Yahudilerdir. Gentile (Yahudi olmayan kişi) ve Goyim (diğer milletler) bu yasalara dahil değildirler. Halakkah‘a göre savaşta siviller öldürülebilir.Tevrat’ın savaş-ölüm, şiddet-intikam ve mala el koymayı emreden ayetleri rahatlıkla Arapları kapsayacak şekilde yorumlanmakta ve uygulanmaktadır.

İsrail’i politik bir proje olarak tasarlayan ve var eden Siyonizm, modern milliyetçi/ırkçı politik bir ideoloji ve projedir. “Vatansız Yahudi halkı için bir ulusal yurdun kurulması” amacı ile uygulamaya konulan bu proje, İsrail’i vücuda getirmiş olmakla beraber tamamlanmış değildir. Seküler olmakla beraber siyonizmin, yapısal olarak, Yahudi teolojisinden etkilenmesi kaçınılmazıdır. Siyonizm “gramer” ise bu gramerin “sentaks”ı ve bu sentaksa döşenen “lügat” Yahudi dinidir. Hatta siyonizmin, sekülerleşmiş bir Yahudi teolojisi olduğunu söyleyebiliriz. Aşkın akide dünyevi iman ve amaçlar olarak dimdik ayaktadır. Ortodoks Yahudiler için ise siyonizm bir dini milliyetçiliktir.

Tanrının tarihi vaadi olan eretz İsrailde modern siyon ulus devletini kurarak, bu toprakları dünyaya dağılmış Yahudiler için kolonileştirme ve mülkleştirme projesi, ve bugün dahi nihayet bulmamış ideali olan siyonizmin adım atar atmaz varacağı yer din ile milleti eşitleyen Yahudi teolojisidir. “Seçkin/seçilmiş millet” düşüncesinden modern ırkçılığa geçiş yapmak için, yapılması gereken sadece eski düşünceye yeni elbise giydirmek veya eski lügati yeni gramere döşemektir.

Bir milliyetçilik ve ırkçılık olan siyonizm ve onun başarılmış, vücuda getirilmiş projesi olan İsrail, Yahudileri motive etmek ve ütopya sunmak için Museviliğin tarihsel muhayyilesine/mirasına başvurmak zorundadır. Çünkü dünyaya dağılmış, ve asimilasyona uğramış Yahudi ümmetini bir arada tutmuş olan yegane şey Yahudi dini olan Museviliktir. Din, diasporadaki Yahudiliğin vatanı olmuştur. Eğer Yahudi teolojisinin, Tevrat’ın ve diğer kutsal metinlerin, motivasyonu olmasaydı Siyonizm, müntesiplerine ütopya sunan bir tarikat, bir parti olarak kalacaktı. Dindar, dinsiz tüm siyonistler Tevrat’a başvurarak oradan her türlü siyasi ahlak prensiplerini, kampanya retoriklerini, gençliğe hitaben edecek ve onları mücadeleye kanalize edecek idealist öğeleri alıyorlardı. Yahudi aydınlanması olarak Tanrı’ya yer vermeyen laik siyonistler için Yahudi dini, bir ulusal güç kaynağı idi. Siyonistler, Yahudilikten istifade ederken, Yahudi dindarlarda özellikle 1967 Zaferi’nden sonra siyonizmi kucaklayarak Yahudilerin, İsrail aracılığı ile dine dönmeleri/dindarlaşmaları için ondan faydalanmaya çalıştılar.

Her dünyevi ideoloji, iş müntesiplerinden fedakârlıkta bulunmalarını istemeye geldiğinde dinleşir veya din/i dili ödünç alır. Zaman için bu dili terk edebileceği gibi onu temellük ederek içselleştire de bilir. Dolayısı ile dini olamayan bir amaç bile dinsel bir dil ve retorik ile savunulabilir. Fakat siyonizm ile Musevilik arasındaki ilişki, daha derin olan bir tarih ve kan bağı ilişkisidir; arz- mevud’a ısrar ve ortaklık. Ateist siyonizm, Museviliği inanç olarak inkar etse bile “tarihi miras” ve olarak kucaklamaktadır. Dindar Siyonistler için ise birebir örtüşme söz konusudur. Yahudiler acılarının karşılığı, kurbanlarının kan bedeli ve ölülerin mirası olarak Filistin toprakları üzerinde hak iddia etmektedirler. Menahem Begim şöyle diyor; “var olma hakkımızı, 4000 yıl önce bize atalarımızın tanrısı verdi. Bu hak nesilden nesile Yahudi kanı ile kutsallaştı. Ulusların tarihinde, eşi olmayan bir bedel ödedik.” İsrail, tanrının acı çekmiş Yahudilere holokoust‘un kefareti olarak armağandır!

Siyonistlerin yurt edinmek amacı ile tartıştıkları bir çok seçenek içinden Filistin’i seçmeleri İsrail’in tarihi ve dini geleneği göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz. Eğer beni İsrail’in tek amacı güvenli vatan bir edinmek olsaydı kendilerine teklif edilen Arjantin, Madagaskar ve Uganda’dan birini tercih edebilirlerdi. Ama onlar Filistin’i tercih ettiler; çünkü vaat edilen topraklar tüm Yahudilere cazip geliyordu. Dindar Yahudiler, Nil’den Fırat’a vaat edilmiş kutsal toprakları Tanrı Yehova‘nın kutsal kitap Tora‘da kendilerine vaade ettiği bir hak olarak görüp bu toprakların fethini talep ederken; laik siyonistlerde “Yahudilerin tarihi hakkı” argümanı ile aynı hedefi paylaşmaktaydılar. Sonuçta Siyonizm tüm laik kökenlerine rağmen çoğu yerde, en azından dünyevi hedefleri itibarıyla, Yahudi teolojisi ile iç içe geçmektedir. Öyle ki ateist Siyonistler bile kendi ideallerini için kutsal kitabı referans vermekten kaçınmamaktadır.

Yahudilere göre toprağın sahibi olan tek ulus Yahudi halkıdır. David Ben Gurion 1919’da şöyle diyordu: “Biz bu ülkenin bizim olmasını istiyoruz; ama, Araplar da bu ülkenin kendilerinin kalmasını istiyorlar”. Ve hiçbir demografik olay bunu değiştiremez. Bir toprağında iki sahibi olamaz. Kudüs’ün “ebedi başkent” olacağı Nil’den Fırat’a arz-ı mev’ud’un fethi İsrail’in güvenliği için zorunlu olduğu gibi dini ve tarihi bir vazife ve vecibedir. Hiç kimsenin bunu askıya alma ve vazgeçme hakkı yoktur. İsrail eski Dışişleri Bakanı Moşe Dayan açıkça dünya kamuoyu önünde şöyle demişti; “Hiçbir Yahudi Arz’ı Mev’ud’dan (Tanrı’nın vaad ettiği topraklar) taviz veremez.” Hahamlık eğitimi alan Yigal Amir, barış görüşmelerinde bulunarak Yahudiliğe ihanet ettiği düşüncesi ile İzak Rabin’i öldürdü.

İsrail’de Jabotinsky’nin maksimalist sınırlar geleneği hala varlığını devam ettirmektedir. “Büyük İsrai”l devletinin sınırlarını gösteren haritalar yaygındır. Çoğu Yahudi mevcut İsrail devletinin, İsrail topraklarının sadece bir bölümünde kurulduğu düşüncesindedir. İsrail’in zaferleri daha geniş sınırlara yönelik kutsal talimat olarak algılamaktadır. Ve hahamlar ve elde edilen bölgelerin iade edilmememinsin dinsel bir zorunluluk olduğunu defaaten beyan etmişler ve savaşa/öldürmeye fetva vermişlerdir. Siyonizm, özellikle 1967’den sonra daha da dinileşmiştir. Özellikle Ortodoks Yahudiler İsrail’in karşıkonulmaz zaferinin ve “yenilmezlik miti”nin, Tanrı’nın desteğinin ve Mesih çağına dair vaadinin yerine gelmesinin bir alameti olduğuna dair inancı benimsediler ki, aynı inanç Hıristiyan evanjelikler atrafından da paylaşılmaktadır.

Demografik yapının değişimini varlığının güvencesi olarak gören İsrail, sınırları belirlenmemiş Yahudi Vatanı”na, dünyadaki dindaşlarının/vatandaşlarının göçlerini temin ve teşvik etmek ve gelenleri yerleştirmek için sistematik olarak işgallere girişmektedir. Bu demografik değişim için Filistin’in Filistinsizleştirilmesi politikası uygulanıyor. Filistinlilerin evlerinin yıkılarak yeni Yahudi yerleşim yerlerinin açılması, sürekli işgal, Filistinlilerin sürgünü ve katledilmesi ile İsrail, yayılmacılığına engel olacağı için son derece tehlikeli olarak addettiği Ortadoğu’daki kalıcı barışı, sürekli olarak askıya alırken, tüm Yahudi yurdunun Yahudileştirilmesi için izlediği emperyal politikalar ile savaşı sürekli hale getirmiştir. Çatışmanın ve işgalin dindiği herhangi bir barış dönemi! ise sonraki savaş için bir hazırlık ve dinlenme dönemi olarak değerlendirilmektedir. Dolayısı ile asıl olan bir “sürekli savaş hali”dir.

İsrail’de bu hedefler üzerinde büyük bir uzlaşım vardır. İsrail’deki cılız siyasi çekişme de bu toprakların behemehal güç kullanılarak elde edilmesini savunan şahinler ile bu yayılmanın, olabildiğince az Yahudi’nin ölümüyle neticelenecek şekilde zamana yayılması ve bazı ikna yöntemlerinin de kullanılması gerektiğinin savunan güvercinler arasındadır. Yoksa “kalıcı barış” düşü ne şahinler ne de güvercinler için söz konusu değildir. Tartışma hedeflere değil, yönteme ilişkindir. Katliamlara böylesi büyük kitlesel desteğin olması bunun göstergesidir.

İsrail’in katliamlarının teolojik bir motivasyonu olmaması kaçınılmazdır. Çoğu Yahudi katliamları dini vecd içinde, vecibe olarak addedip icra ederken, dindar olmayan ve hatta inançsız olan, Yahudi siyasetçiler bile kitlenin dinsel coşkusunu siyasi ve askeri cepheye kanalize etmek için kutsal kitaba başvurmaktan kaçınmamaktadırlar.

Yahudilerin, özellikle Avrupa’daki, acı dolu tecrübelerinin dini/metafizik kavramlara tercümesi ile politika ve tarih diline tercümeleri aynı noktada buluşmaktadır; şiddeti ve öldürmeyi kutsamak. Sonuçta olan şey, Siyonist Nazilerin halk ve hata insan addetmedikleri Filistinlilerin, seçilmiş kulların ve mutluluğu ve Yehova’nın vaadinin yerine gelmesi için sürülmesi ve öldürülmesidir. Çünkü onlar beni İsrail’in ülkesine göz koymuşlardır. Onlar, Yahudi olmayan kafir/düşmanlar olduklarından “öldürmeyeceksin” emri onlar için geçerli değildir. Evet “on emir“de Tanrı “öldürmeyeceksin” der; ama, literal okumadan elde edilen mana Talmud‘a bağlı kalınarak ve yorumlandığında öldürülmemesi gerekenler kardeş olan Yahudilerdir. Gentile (Yahudi olmayan kişi) ve Goyim (diğer milletler) bu yasalara dahil değildirler. Halakkah‘a göre savaşta siviller öldürülebilir.Tevrat’ın savaş-ölüm, şiddet-intikam ve mala el koymayı emreden ayetleri rahatlıkla Arapları kapsayacak şekilde yorumlanmakta ve uygulanmaktadır.

AV. KEMAL ÇELEBİ

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Değerler Eğitimi

Değerler Eğitimi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İnsan açısından eğitimin gayesinin ne olması gerektiği sorusu eğitimciler arasında her zaman tartışılan konulardan birisi olmuştur. Bu tartışmalarda üç nokta ön plana çıkmıştır:

İnsanın zihnini ve düşünme kabiliyetini geliştirmek, duygu ve irade yönünü güçlendirmek ve bedenini eğitmek. İnsanın sağlıklı bir yaşam sürmesi ve kendinden beklenen işleri başarıyla gerçekleştirebilmesi için bedeninin eğitilmesi, akli melekelerin güçlendirilmesi ve ruhunun olumlu değerlerle bezenmesi gerekir.

“Eğitimin gayesi ne olmalıdır?” sorusuna eğitim tarihindeki en büyük pedagoglar “ahlaki karakter” karşılığını vermişlerdir.

1 Eğitimin bu en üst gayeye ulaşabilmesi için okullar; yeni neslin değerlerini, alışkanlıklarını ve sosyal davranışlarını etkileyebilmelidirler. Çağın getirdiği olumsuz durumlar karşısında, okullar öğrencilerine iyi tercihler yapabilmek için seçenekler gösterebilmeli ve aynı zamanda bu tercihleri yapabilme stratejilerini sunabilmelidirler.

2 Eğer herkes için daha iyi bir dünya oluşturma arayışındaysak eğitim, ruhunda pozitif değerleri barındırmalı ve eğitimin amaçları kazanım ifadeleri olarak da onları içermelidir. Bu amaçla değerleri öğretmek veya geliştirmek için gösterilen açık çabalara güncel literatürde daha çok değerler eğitimi adının verildiğini görmekteyiz. Bu doğrultuda değerler eğitimi “çocukların ve gençlerin pozitif değerleri keşfedip geliştirmeleri ve kendi potansiyellerine göre ilerlemeleri için yürütülen eğitimsel gayretler” olarak tanımlanmaktadır.

3 Değerler eğitiminin tanım ve kapsamı, bu tanımlamayı yapan eğitim sisteminin felsefi arka planına göre değişiklik arz etmektedir. Nitekim geleneksel ile moderni uzlaştırıcı bir tavır takınmaya çalışan UNESCO’nun yukarıdaki tanımında bu durumu görmek mümkündür. Tanımda bir yandan “gençlerin pozitif değerleri keşfedip” ifadeleriyle değerler arasında tercih belirtilirken “kendi potansiyeline göre ilerlemeleri” ifadeleri ile de eğitim süreçlerinde birey merkezli, içsel süreçlere vurgu yapan değer geliştirmeci anlayışa gönderme yapılmaktadır. Değerler eğitimi farklı isim ve yöntemlerle günümüzde Asya, Avrupa, Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Latin Amerika’da uygulanan daha çok duyuşsal alana yönelik eğitimi ifade etmektedir. Uluslararası alanda ahlak eğitimi, karakter eğitimi, etik eğitimi, kişisel ve toplumsal eğitim, vatandaşlık eğitimi, kamu eğitimi, dini eğitim, moraloji ve demokratik eğitim gibi farklı isimler altında değerler eğitimi yürütülmektedir.

4. OKULDA DEĞERLER EĞİTİMİNİN GEREKLİLİĞİ

Hayat başarısı ve toplumsal gelişmişliğin büyük oranda eğitime verilen değer ve aktarılan kaynaklarla ilişkili olduğu günümüzde, eğitim sisteminde ve ailede çocukların değerler eğitimine olanak sağlayacak imkânları oluşturmak için harcama yapılmasını ve zaman ayrılmasını gerektiren sebepler nelerdir? Günümüzde değerler eğitimi alanındaki yeni uyanışın nedenlerini araştıran benzeri sorulara pek çok açıdan yanıt vermek mümkündür. Okulda Değerler Eğitiminin Yeri ve Değerler Eğitimi Yaklaşımları Üzerine Bir Değerlendirme Journal of Theology Faculty of Bülent Ecevit University, Vol. 1, No. 1, 2014 95

Birey açısından değerler eğitiminin gerekliliği eğitimde bireyin bir bütün olarak ele alınması ihtiyacının doğal sonucudur. Birey bir makine veya robot değildir. Onun zekâsı ve bedensel yetenekleri kadar değer veren, nefret eden, kıskanan, tutku ile bağlanan vb. bir yönü daha vardır ki bireyin bu yönünü de eğitmedikçe dengeli bir kişilikten söz etmek zordur. Oysa nicel epistemolojik anlayışa sahip modern eğitimde sosyal ve insani meselelerin nitel yönleri yer bulamamıştır. Dolayısıyla insanı tanımlarken bilişsel ve mekanik yönler ön plana çıkarken vicdan, merhamet ve sağduyu gibi nitel boyutlar göz ardı edilmiştir. “İnsanı” sadece nicel boyutuyla tanıyan nesillerimiz; karşısındaki insanları da mekanik, duygu boyutu olmayan varlıklar olarak algıladığı için onlara kolayca zarar verebilir duruma gelmiştir.

5 . Değerleri eğitiminin toplumsal açıdan önemine gelince Kerschenstainer’ın “her sahada mümkün mertebe fazla karakterli insanları bulunan bir memlekete ne mutlu!”

6 ifadeleri sağlam karakterli bireylerin toplum açısından önemini veciz bir şekilde ifade etmektedir.Oysa günümüzde siyasetten, iş hayatına her alanda ahlaki gelişim eksikliğini insanların birbirine olan güvensizliği olarak açıkça müşahede ediyoruz. 2004-2007 yılları arasında dünyanın 57 ülkesinde gerçekleştirilen Dünya Değerler Araştırması sonuçlarına göre “insanların çoğuna güvenilebilir mi?” sorusuna dünya genelinde evet cevabını verenlerin oranı % 26,1olurken söz konusu oranın Türkiye’de sadece % 4,9 oluşu şaşırtıcı değildir.

7 Günümüz toplumlarında çocuk ve gençler giderek daha fazla oranda şiddet, sosyal problemler ve saygı yoksunluğundan etkilenirken onların öğretmenleri ve ebeveynleri yeni meydan okuma ve zorlamalara maruz kalmaktadır.

8 Kötüleşen gençlik eğilimleri: şiddet ve saldırganlık, hırsızlık, kopya, otoriteye saygısızlık, akranlarına karşı gaddarlık, önyargı, kötü dil /argo kullanımı, erken cinsel gelişme ve cinselliğin kötüye kullanımı, ben merkezlilikteki artış ve toplumsal sorumluluktaki düşüş, alkol ve uyuşturucu gibi kendine zarar verici davranışlardaki artışlar, aile yapısındaki bozulmalar, kitle iletişim araçlarının aşındırıcı fonksiyonları okul ve ebeveynlerin değerler eğitimine sarılmasını gerekli kılmaktadır.

9 Okullar toplumumuzun ahlaki erozyona uğradığı böyle bir dönemde ahlaki meselelerde seyirci kalamazlar. Aksine, gençlerin karakterine ve toplumun ahlak sağlığına imkânları ölçüsünde katkıda bulunmak zorundadırlar. 1997 ile 2003 yılları arasında uygulanan çeşitli değerler ve karakter eğitimi programlarının sonuçlarını inceleyen  programların öğrenciler arasında şiddet ve madde kullanımının ve riskli davranışların önemli oranda azalmasını sağladığı, karakter eğitiminin okulu daha güvenli hale getirdiği sonucuna ulaşmıştır.

10 Okullarda ahlaki gelişim için özel bir çaba harcanması öncelikle eğitimin kendisi için gereklidir.

Görüşmek Dileğiyle ……….

AV. KEMAL ÇELEBİ

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Küreselleşme Ve Türkiye

Küreselleşme Ve Türkiye
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye, dünyadaki hızlı değişim ve dönüşüm noktasında çok farklı ve kritik bir rol üstlenebilecektir. Batı’nın çöküşü ve doğunun yükselişi ortasında, Türkiye, duruş ve tablosunu güçlü tutar ise mihver ülkedir.

Irak’taki belirsizlik, Suriye’deki olaylar, İran, Afganistan ve bölge ülkelerindeki yaşananlar, Türkiye’nin yaklaşımları ile şekillenebilir.

Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu, Avrupa Birliği, NATO derken bazı gelişmeler tehdidi içinde barındırmaktadır. Kendi iç bünyesinde, devleti, milleti ve tarihiyle bütünleşmiş, köklerinden beslenen Türkiye olumsuzlukları fırsata çevirebilir.
Komünizm ve kapitalizmin bitiş noktasında, manevi ve insani değerlere dönüş süreci iyi yönetilebilirse birçok kapı kendiliğinden açılacaktır.

Siyasi küreselleşme, esas itibariyle, günümüz dünyasında siyasi güç, otorite ve yönetim biçimlerindeki yapısal dönüşüm olarak tanımlanabilir. Günümüzde, nüfuz alanını tüm dünya olarak kabul eden “küresel siyaset” anlayışının giderek güçlendiği görülmektedir (Bayar, 2013: 28).”

Küreselleşmede siyasi boyut, günümüz dünyasında siyasi güç, otorite ve yönetim biçimlerindeki yapısal dönüşüm olarak tanımlanabilir. Günümüzde, nüfuz alanını tüm dünya olarak kabul eden “küresel siyaset” anlayışının giderek güçlendiği görülmektedir. Bu durum, geleneksel siyaset anlayışından farklı bir yapıyı yansıtmakta, küreselleşmenin çok aktörlü yapısına işaret etmektedir. Bir başka deyişle, “küresel siyaset”, küreselleşmenin dört temel aktörü olan ulus devlet, devletler üstü kurumlar, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının karşılıklı etkileşimi sonucunda şekillenmektedir

Siyasi anlamda küreselleşme aslına bakılırsa dünyanın bütünleşmesi, sınırların silinmesi, insanların çeşitli yollardan birbirine daha çokyakınlaşması ve dünyanın giderek ‘bir dünya’ haline gelmesidir.

Ekonomik küreselleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan siyasi küreselleşme, ekonomik ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak devletin otoritesini azaltmıştır. Küreselleşme sürecinde devlete düşen en önemli işlev; uluslararası plandaki tehdit ve olanakları hesaba katarak ulusal bir strateji belirlemek ve yönlendirmek,milli sınırların önemini yitirmesi, ulus devletin ekonomi üzerindeki denetiminin yavaş yavaş ortadan kalkmasına neden olmuştur. Bunun yanında uluslararası terörün canlanmasına neden olmuştur. Türkiye’de yabancı ülkelerinde yoğun desteği ile faaliyet gösteren pkk buna örnektir. Artık terör şehirler arası değil ülkeler arası çalışmaktadır. Afrika da gerçekleşen bir terör olayın emri Ortadoğu ülkelerinden gelebilmektedir.

Siyasi küreselleşme en çok ABD’nin işine yaramıştır. ABD okyanusun öbür tarafından kendisini hiç alakadar etmeyen konulara müdahil olmuş hatta bu olayları bahane ederek müdahalede bulunmuştur. Afganistan, Irak savaşını bunlara örnek gösterebiliriz. Son zamanlarda yaşanan Batı dünyasınca Arap Baharı olarak nitelendirilen ve Arap ülkerini zincirleme olarak takip eden bu olaylarda ABD’nin siyasi küreselleşme kavramını çok iyi kullandığının göstergesidir. Arap Baharının gerçekleştiği ülkelerdeki ile aynı yönetim anlayışlarına sahip olan Suudi Arabistan, Kuveyt gibi devletlerin Arap baharından etkilenmemesinin nedeni olarak iktidarlardaki kral ailesinin ABD yönetimi ile olan sıkı dostluğu olabilir mi?

Siyasi küreselleşme aslına bakılacak olursak tek merkezli, tek sistemli, homojen bir dünya meydana getirmek asıl amacıdır. En çok emperyalist devletlerin işine gelir.

Uzun vadede baktığımızda siyasi küreselleşmenin önünü görememekteyim. İnsanlar yaratılışı gereği bir çok farklılıklarla dünyaya gelir. Yetiştiği kültür farklıdır, dili farklıdır, dini farklıdır, düşünce yapıları farklıdır, yaşadığı coğrafya farklıdır. Tüm bu nedenlerden dolayı dünyadaki siyasi sınırların kalması pek mümkün değildir. Sınırlar kalmasa da şu bir gerçek ki farklı toplumlar bir birbirlerinden ilerleyen zamanlarda daha çok etkileneceklerdir.

Türkiye ise siyasi küreselleşmenin karşısında milli değerlerine, özüne sahip çıkarak karşı koyabilir. Engellenmesi imkansız bu siyasi küreselleşmeden millet olarak bilinçli olmamız halinde zararlarını minimum oranda hissedilecektir.

Türk toplumunun beğeni ve ilgi alanlarının, özellikle son yıllarda, ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçtiği söylenebilir. Bunun yansımalarını rahatlıkla görebiliriz.

“Günümüz dünyasının temel niteliğini yansıtan küreselleşme olgusu, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda son dönemlerde yaşanan hızlı bütünleşme ve benzeşme sürecini ifade etmektedir. Bu süreçte dünya ölçeğinde hızla esen değişim rüzgârları, her alanda olduğu gibi siyasal yapılarda da köklü bir dönüşümü beraberinde getirmiş, bu dönüşüm gerek uluslararası sistemde ve gerek ulusal ve uluslararası düzeylerde yeni yönetişim modellerini kaçınılmaz kılarak, ulus-devletin geleneksel yapısında ve yetki ve işlevlerinde bir farklılaşmaya yol açmıştır. Uluslararası örgütler (hükümetler arası, Hükümetler dışı), çok uluslu şirketler ve bireyler, henüz devletin yerini almamalarına karşın, uluslararası ilişkilerde devletlerin muhatabı olabilmektedirler (Hidayet, 2010: 171)”.

Küreselleşmeye dahil olmak ve bunlardan yararlanabilmek oldukça önemlidir. Küreselleşme başarılı bir şekilde dahil olmuş olanlar, dünyada hiçbir sorunun olmadığı, rahat yaşamların sürdüğü ülkelerdir. Küreselleşmeye ayak uydurmaya çalışan gelişmekte olan ülkeleri gelecekte büyük bir tehlike beklemektedir. Bu süreçte tabiat zarar görür, inşalar yabancılaşır, kültürler unutulur. Fakat bir gün geri dönülecek bu unutulanları geri kazanılacağı düşünülse de pek bu mümkün olmayacaktır (Öztürk, 2008:21).

Tüm bunlardan batının eşitlikçi bir dünya düzenine hazır olmadığı görülmektedir. Küreselleşme ekonomide, siyasette, kültürel alanda hep batı yönünde ve tek boyutlu bir gelişim göstermiştir (Öztürk, 2008: 20).

Küreselleşme karşısında Türkiye, küreselleşmeye dahil olma ve küreselleşme karşıtlığında 70’li ve 80’li yıllarda etkili bir plan programa sahip değildir. O Yıllarda küreselleşmeye dahil olmada ve karşı olmada bilinçsizce davranılmıştır. Düşünülmeden, plan ve program geliştirilmeden küreselleşme ile mücadele edilmeye çalışılmıştır. Başarıya ulaşılamayınca derinleşen bir kriz dalgası olarak geri dönmüştür. Küreselleşmenin, bu dalgalarına karşı koyamayan Türkiye, edilgen olarak uyum sağlama sürecine girmiştir.Ancak 2000’li yıllardan itibaren ülkemiz dünya küreselleşme stratejilerine ayak uydurduğu özellikle siyasi küreselleşmede uzman kadrolarla bu oyuna büyük bir maharetle dahil olduğunu memnuniyetle görmekteyiz.

Türkiye tarihinin, zengin kültürel birikiminin ve jeopolitik durumunu en iyi şekilde kullanarak küreselleşmeyi kendi lehinde kullanmalıdır. Küreselleşmeden etkilenen değil de etkileyen bir ülke olmalıdır

AV. KEMAL ÇELEBİ

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

 

Devamını Oku

İnsan ve Medeniyet

İnsan ve Medeniyet
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler insanlığımızdan eser bırakmayacak gelişmelere gebe olduğu gibi tarih boyunca oluşturulan medeniyetimizin ortak değerlerini de yerle bir etmektedir.

Yeni yüzyıl hiç kuşkusuz insanoğlunun meydana getirdiği buhranlarla başladı. Dünyamızda insanoğlunun eliyle toplu halde bugünlerde yaşanan ölümler ve katliamlar insanlığımızı yok ettiği gibi medeniyetimizin temel değerlerini de yok etmektedir.

Bildiğiniz gibi; İnsanları kişilikler, toplumları kültürler, medeniyetleri ise ürettikleri değerler birbirinden ayırır. Bu anlamda kişilik insanı, kültür toplumu, medeniyet ise milletleri temsil eder. Bir insanı diğer insanlardan farklı kılan şey kişilik; bir toplumu diğer toplumlardan ayrı kılan şey kültür; bir milleti diğer milletlerden farklı kılan şey ise medeniyettir Hiçbir medeniyet, birden kendi kendine steril bir ortamda doğmaz. Bütün medeniyetler bir yaşanmışlığın, yaşanan bir hayat hikâyesinin ve var olan bir gerçekliğin içinde doğar. Bu anlamda her medeniyet insanlığın o güne kadar ortaya konulan ortak birikiminden istifade etmiştir. Bunun yanında güzel, anlamlı ve doğru olan unsurları devralmıştır. Devraldığı bu unsurlardan istifade etmiş, bir kısmını dönüştürmüş veya yeni sentezler oluşturmuştur. Böylece bireyin ve toplumun hayatını bir tarihsel süreklilik içinde inşa etmiş ve zaman içinde bir medeniyete dönüşmüştür. Bu bağlamda şunu diyebiliriz ki, medeniyet insanlığın en uygun ve kabul gören ortak birikimidir. Müslümanlar geçmişte, Yunan düşüncesi ve Hint felsefesini incelemiş, kendi düşünceleriyle sentez etmiş ve yeni bir medeniyet inşa etmiştir. Yine Batılılar, haçlı seferleri ve Endülüs üzerinden Müslümanların birikimlerinden istifade etmişler, bu birikimi kendi düşünceleriyle sentezlemişler ve sonuçta yeni bir medeniyet inşa etmişlerdir. Bu anlamda medeniyet, insanlık birikimini kendine bir veri olarak alır. Selçuklu ve Osmanlılardaki Ahi ve Lonca teşkilatları, eyalet sistemi vs kurum ve uygulamalar bu yolla diğer medeniyetler için daha sonraları bir kazanıma dönüştürülmüştür. Bu yüzdendir ki, bize göre medeniyet insanlığın en sahih birikimidir. İyi ve faydalı olan, kötü ve zararlı olmayan ve insanlar için yaşamsal olduktan sonra ne üretilirse üretilsin, kim tarafından üretilirse üretilsin medeniyete bir katkıdır. Dolayısıyla medeniyeti, çok sayıda ırmak, çay ve dere tarafından beslenen büyük bir Nehir’e benzetebiliriz. Bu nehrin en çok suyu (katkıyı) hangi kaynaktan aldığı yaşanan döneme, iklime, ilgili bölgenin verimliliğine ve diğer yaşamsal şartlara bağlı olarak değişebilir. Nehrin taşıdığı suyun niteliği ise kendini besleyen kaynakların niteliğine bağlıdır. Son birkaç on yılda Batı’da yaşanan krizlere paralel olarak, İslam dünyasında İslam medeniyetinin her şeye rağmen varlığını devam ettirdiği ve gerekli ihya edici şartları sağlaması halinde yeniden yükselişe geçebileceği yolunda yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Yine İslam dünyası bugünlerde kendi içindeki çatışmalar yüzünden aynı zaman da harap durumdadır desek yeridir. Yanı başımızda komşumuz Suriye’de son dört yıldır bir iç savaş yaşanmaktadır. Bu savaş insanlığı yok ettiği gibi medeniyetimize ait tüm deruni değerlerimizi de ayaklar altına almıştır. İslam medeniyeti, tabiri caizse insana bu dünyayı cennete çevrime yönünde anlamı itibari ile üstün değerleri vaaz ederken gözümüzün önünde yaşananlara baktığımıza bir yıkımı ve yok edişi görmek içimiz parçalanmaktadır. Misyonu dünyayı güzelleştirmek ve yaşama huzur vermek üzerine kurulu olan İslam medeniyetinin bugün içinde bulunduğu keşmekeşi kabullenmek mümkün değildir. Türkiye’nin özellikle içerde demokratikleşme ve ekonomik refahla birlikte, dışarıda da daha aktif yeni bir dış politika ve diplomasi ile son yıllarda atağa kalkmasını analiz edenler, bu süreci “Yeni Türkiye” kavramı ile açıklamaya çalışıyorlar. Biz buna Türkiye’nin medeniyet kavramına yeni bir anlam yüklemesi ve medeniyetler arasında yüksek düzeyli iletişim anlamında piyasa dili ile söylemek gerekirse bir alışveriş desek belki daha doğrusunu söylemiş oluruz. Bugünlerde Türkiye olarak belki de bize düşen en önemli görev; medeniyetimize ve insanlığımıza ait değerleri dünyanın tamamı olmazsa dahi kültürel coğrafyasını devraldığımız topraklara ve burada yaşayan kardeşlerimize medeniyet dünyamıza ait değerleri hatırlatmak ve aramızdaki ortak kardeşlik bağlarının çoğalmasını sağlayarak buhranlardan ve çatışmalardan dünyamızı kurtarmak olmalıdır. Birey için, liyakat, fedakârlık, feraset ve ihlas; toplum için sevgi, dayanışma, fedakârlık, dostluk, muhabbet, şuur ve ülkü gerekir. Liyakat ve ihlası olmayan bireyden, sevgi, dostluk ve dayanışmanın olmadığı bir toplumdan medeniyet çıkmaz. Bunlara sahip olmayanın da bir medeniyet iddiası içerisinde olması boş bir gürültüden ibarettir.Medeniyetler kolektif imanın ürünüdür. Kolektif imanın büyüklüğü ve şiddeti ne ise, ortaya konulan medeniyetin büyüklüğü de onunla doğru orantılıdır.
Medeniyette, insanın kalp ile aklı arasındaki bir bütünlüğün ürünü olarak ortaya çıktığına göre, yeni bir medeniyet ortaya koyacak isek, önce insanı ele almak ve buradan yola çıkarak bir toplum tasavvuru oluşturabiliriz. Ülkülerin yerini ihtiraslara, vefa ve dostluğun yerinin gurur ve kibrin aldığı, sevgi ve dayanışmanın yerini çıkar ortaklıklarının yer aldığı bir toplumdan kâmil manada bir medeniyet çıkartmak mümkün değildir.

Görüşmek Dileğiyle …

AV. KEMAL ÇELEBİ

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Küresel Yeni Düzen

Küresel Yeni Düzen
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bazen soruların ve cevaplarının tam ortasında otururken insan gerçeğin bütününü göremez. Sanki bizler de o durumdayız, kurulmakta olan yeni dünya düzenini göremiyoruz, anlayamıyoruz.

Birçok meselenin veya yeni şekillenen herhangi bir dinamiğin evveliyatı olduğundan meselelere tarihi perspektifden bakmanın daha doğru analiz olduğu söylenir. Fakat bu perspektif, on bin yıl mı olmalı, üç asır mı, son elli yıl mı? İnsan doğası ve ihtirasları için, bence, onbin yıla, güç dengeleri ve milletler mücadelesine ise hem kısa hem uzun geçmişten bakmak gerekecektir. Son 30 yıldaki uygarlık düzeyindeki değişim, geçmiş bazı bin yıllardaki değişiminden çok daha fazladır. Yani bu yüzyılda bir ”on yıl”, geçmiş çağların ”bir yüzyıl”ından daha büyük değişim içermektedir.. Milletler mücadelesine hala birçok analist, ya çok kısa zaman dilimden ya çok uzun perpektiften bakmaktadır. Tek zaman diliminden bakmak, hatalı bir yaklaşım olacaktır. Mesela M.Ö. 500 ile M.S. 500 arasında teknolojinin ve uygarlığın düzeyinde çok az bir ilerleme vardır ..M.S. 500 ile M.S. 1500 arasında da bu böyledir. Fakat 1900 senesi ile 2000 senesi arasında muazzam fark vardır. 1700 ile 1900’lü yıllar arasında da böyle..Yani yakın zamandaki yüzyıllık bir zaman dilimindeki değişim, geçmişteki bin yıldan daha büyük farklar içermektedir. Binlerce yıl boyunca korunan kimi kimliklerin veya dillerin son 50 yıl gibi bir peryotta unutulur hale gelmesi bu nedenledir. Tarih tekerrürden ibarettir tezi yeni dinamikler nedeniyle birçok konuda artık tekerrür etmeyecektir..Endüstri devrimi tarihin akışını komple değiştirmiştir.Teknoloji ve iletişim çağı, kültürel asimilasyonu anormal düzeyde hızlandırmış ve 1789 fransız devrimiyle başlayan milli kimlikleri elde etme hırsının, nüfus olarak az olan toplumlarda, etnisitelerde, milletlerde zayıflayacağını ve bu şekilde bağımsız olmuş milletlerin bile hızlı bir erime sürecine gireceği dönemdeyiz. Yani kendi kimliğini oluşturmak için mücadele veren kimi toplumların artık kendi kimliklerini, kendi elleriyle teslim edeceği ve kendi kimliklerini çağın gereği olarak kendi rızalarıyla terkedeceği bir döneme girmiş bulunmaktayız. Bu notu buraya düşmemin nedeni yazının devamında kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Dünyamızı Değiştiren Yeni Dinamikler

Yeni dönemde farklı coğrafyalarda farklı oluşumlar gözlenecektir. Refah seviyesi yüksek toplumlar ile fakir toplumlarda farklı dinamikler etkin olacaktır. Zenginleşen toplumlarda konsolidasyon, fakir devletlerde balkanlaşma gibi..

1- Teknolojinin el değiştirmesi ve gelişmiş ülkelerin tekelinden yeni gelişmekte olan ve belli ölçeğin üzerindeki ekonomilere transferi
2-Yeni güç merkezleri

3-Kültürel asimilasyonun anormal düzeyde hızlanması, yerel kimlik sayısında azalma ve ortak kültür havuzlarının oluşumu

4- Başarısız devletler

5-Toplumsal bağlar zayıflarken şiddet içeren ideolojilerin taraftarında artış; terörün her ülkede görülebilecek kadar yaygınlaşması, sıradan hale gelmesi ve toplumların veya devletlerin birbirine karşı silah gibi kullanması

-Kutuplaşma
Kutuplaşma, yeni güç merkezlerinin doğuşu ve beraberinde yeni aktörlerin eski düzenin değişmesini istemesi neticesinde çıkan bir süreçtir. Yeni güç merkezlerinin isteğine eski güçler çoğunlukla karşı çıkacaklar, kendi çıkarlarının sürekli olmasını arzu edeceklerdir. Yeni güç merkezleri, kendi aralarında da güç çatışması yaşayacaklardır. Global güç olarak hiçbir ülkenin tek başına karar verip, tek başına hareket etme yeteneği olmayacağından çıkarları paralel olanlar ile zıt olanlar ayrı ayrı gruplaşacaklardır. Yeni grupların güç gösterisine sahne olarak da çoğunlukla yerel çatışmalar olacaktır. Doğal olarak, çözülmesi mümkün çatışmalar bile çözülemeyecek hale gelecektir. Öte yandan bu ülkeler, yeni yerel çatışmaların oluşumunu da teşvik edecek, yeni sorun alanları da yaratacaklardır. Böylelikle, yerel aktörlerin de katılımı ile kutuplaşma daha fazla aktörü de içerecek şekilde daha geniş alanlara yayılacaktır.

Büyük güçler ayrışırken küçük ülkeler de giderek bu iki kutup arasında bir gruba dahil olmaktadır. Azerbaycan birinci gruba , Ermenistan ikinci gruba gibi.

  • Yerel kültürler dendiğinde ilk 20-30 ülkenin kültürü akla gelecek ve diğer kavimlerin, nüfusça az toplulukların vb. kültürleri ise bu kültür havuzlarının içinde eriyerek yok olacaktır.
  • Soğuk Savaş sonrasında; Amerikan hegemonyasında tek kutuplu düzenden veya ABD liderliğindeki Batı ile Rusya/Çin arasında bir kutuplaşma ihtimalinden söz ediliyordu. Ancak yaşanan gelişmeler, Doğu-Batı şeklinde iki kutuplu değil, çok kutuplu dünya düzeni ihtimali daha ağır basmakta.
  • Yaşanmakta olan ticari harpte dikkatleri en çok celbeden husus, Batılı devletler arasındaki derin bölünme olarak karşımıza çıkıyor. Soğuk Savaş bittiğinden bu yana, Avrupa ve Amerika hiç bu kadar karşı karşıya gelmemişti.
  • Bu da, Avrupa Birliği içinde daha fazla entegrasyona ve hatta AB’nin NATO’ya alternatif askeri ve savunma tedbirleri almasına yol açması çok kuvvetle muhtemel.
  • Avrupalı yetkililer, hiç olmadığı kadar ABD aleyhinde beyanatlarda bulunmaktalar. Karşılıklı atışmalar gösteriyor ki, ABD/İngiltere – Almanya/Fransa arasındaki rekabet düşmanlığa kadar gitme potansiyeli taşımakta.
  • İngiltere’nin AB’den ayrılmış olması da; dünya dengelerini değiştiren mühim unsurlardan.

En önemli gelişme, zirvedeki güç merkezlerinin elinde giderek hızlanan ve yer yüzündeki bütün yaşamı etkileyecek teknolojik gelişmelerde yaşanmaktadır. Bunun popüler ortamda daha çok askeri uygulamalarını biraz duymakta ve tahmin etmekteyiz. Bir temel yanılgı da geleceği planlarken, hep biz direksiyonda olacakmışız gibi düşünmemizdir. Halbuki geleceği düşünürken yarınları emanet edeceğimiz gençliğin bugün ne gibi etkiler altında olduğunu, nasıl yaşamak istediğini ve geleceğe nasıl bakabildiğini de çok iyi bilmemiz ve anlamamız gerekmektedir.

Görüşmek Dileğiyle ………..

AV. KEMAL ÇELEBİ

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.