DOLAR 32,3497 0.29%
EURO 35,1446 0%
ALTIN 2.306,491,29
BITCOIN 22854122,57%
Elazığ
10°

AZ BULUTLU

02:00

YATSI'YA KALAN SÜRE

Prof.Dr.Alaeddin Yalçınkaya

Prof.Dr.Alaeddin Yalçınkaya

05 Mart 2022 Cumartesi

Ukrayna Üzerinden Derin Avrasyacı-Atlantikçi Çatışması

Ukrayna Üzerinden Derin Avrasyacı-Atlantikçi Çatışması
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Rusya’nın Ukrayna sınırındaki askeri yığınağından hareketle büyük bir savaşın çıkmak üzere olduğu, aylardan beri uluslararası gündemin ilk maddesini oluşturmaktadır. Bu savaşın bir kaç haftaya kadar çıkmasının kesin olduğu, birkaç güne kadar Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edeceği, arkasından Almanya ve diğer NATO ülkelerinin karşı saldırıya geçeceği senaryoları seslendirilmektedir. Bu konudaki haberler, diplomatik temaslardan seçilen beyanatlar, araziden görüntüler, nihayet yıllardır devam eden çatışmalardan sahnelerle “süslenmektedir”.

2022 başı itibariyle Rusya-Ukrayna arasındaki sorunların oluşturduğu bagaj, sınır veya toprak sorunlarının ötesinde tarihi, kültürel, ekonomik ve jeopolitik boyutlarıyla taşınması oldukça güç ağırlıktadır. Bununla beraber sözkonusu sorunların, bu derece ağırlaşmasında diğer küresel güçlerin katkı ve hesapları da önemlidir. Daha da önemlisi ise özellikle ABD-İngiltere hattındaki Atlantikçilerin krizi fırsata çevirme veya yeni fırsatlara kapı açmak için uzlaşmazlığı kabartma, bölgeselleştirme stratejileridir. Bu anlamda Moskova merkezli Asya ve Avrupa’yı Atlantikçilerden koruma stratejisi ile ABD-İngiltere’nin Avrasya’daki uzlaşmazlıklardan çıkar sağlama hesapları çatışmaktadır.

Atlantik-Avrasya çelişkisi, çatışması, jeopolitik gerçeğin kaçınılmaz sonucu olmasına karşın Soğuk Savaş döneminden beri sözkonusu çatışmanın aslında danışıklı dövüş olduğu görülmüştür. Nitekim aynı dönemde iki süper gücün desteğiyle birçok savaşlar yaşanmış, ancak bu güçler karşı karşıya gelmemiştir. Hatta küresel dengeleri etkileyen çatışmalardan ve uzlaşmazlıklardan ABD ve SSCB bir şekilde çıkar sağlamıştır. Türkiye’nin NATO’ya girmek zorunda kalmasında, İngiliz medya ve diplomasisinden menkul Rus taleplerini hatırlamak gerek.

Küresel dengelerin yeninden kurulması sürecinde Ukrayna merkezli mevcut veya muhtemel çatışmalar kapsamında bazı önemli hususları şöyle sıralayabiliriz:

1990’lar boyunca Rusya Federasyonu var olma mücadelesini sürdürmüştür. Putin ile birlikte bu mücadele kazanılmıştır. Soros’un ön planda tutulduğu renkli devrimler ile Rusya, Sovyet coğrafyasına davet edilmiştir. Günümüzde ısrarla Ukrayna’nın NATO üyeliğini savunan Atlantikçiler, aslında Rusya’nın saldırganlık dozunu takviye ettiğini çok iyi bilmektedirler.

Renkli devrimlerin asıl sonucu, Avrupa’da varlık sebebi tartışılan ABD’nin ikamet tartışmasını bitirmesidir. Bu bağlamda NATO ve AB üyesi olan eski Sovyet cumhuriyetleri ve Doğu Bloku ülkeleri daha fazla ABD/NATO varlığını gündeme getirmiştir. Bununla berabe Avrupa’nın patronu Almanya, bu gelişmelerden en fazla rahatsız olan ülke olup Rusya ile ilişkileri zedelememek, daha fazla geliştirmek istemektedir.

Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Dombas’taki etkinliği, öncelikle Almanya’yı rahatsız etmektedir. Bununla beraber İngiliz Mackinder’in Almanya ile Rusya’yı birbirinden uzak tutma, günümüzde Ukrayna üzerinden çatıştırma tezgahına düşmemeye çalışmaktadır.

Ukrayna sınırındaki Rus yığınağı devam ederken İngiltere’nin Ukrayna’ya askeri yardımının bir amacı, Almanya’yı, dolayısıyla AB’ni de sahaya çekmektir. Brexit sonrasında AB’ni bir şekilde karıştırmayı amaçlayan İngiltere’nin, temel statejilerde ABD ile birlikte hareket etmesinin jeopolik ve stratejik olduğu kadar tarihi ve kültürel temelleri de oldukça güçlüdür.

Washington Post’un “Türk sihaları Ukrayna’da dengeleri değiştirdi” haberi, hepimizi mutlu etmiştir. Türkiye hakkında pek de dürüst olmayan bu küresel medya organının, tam da kriz kabarırken Türk silah sanayiinin niçin reklamını yaptığını sorgulamak gerek. Bütün görsel unsurlarıyla haberin veriliş tarzına bakıldığında sanki Ukrayna’da bir Türk-Rus savaşının varlığı haberleştirilmektedir. En azından Rus yöneticilere ve kamuoyuna böyle bir mesaj verilmiştir. Bu politik psikoloji zemininden yeni bir “uçak krizi” senaryoları beklenebilir. Türkiye, Ukrayna tezgahı için Rusya’ya karşı NATO’nun fuzuli piyonu olma hatasına düşmemelidir. Daha önceki yanlışların aslında Ukrayna’ya da, Kırım Türklerine de bir faydası olmamıştır.

Krizin derinleşmesinde Boğazlara sahip, Ukrayna ile iyi ilişkileri olan, Rusya ile birçok alanda göbekten bağlı Türkiye’nin Ukrayna kadar olmasa da büyük zarar görecektir.

Küresel medyanın pombaladığı “bu kış çetin geçecek” haberleriyle enerji fiyatlarındaki tırmanış, net satıcılar ABD ve İngiltere’ye de yaramıştır. Piyasayı kontrol etmek üzere Venezüela, İran, Libya, Irak gibi büyük üreticilerin bir şekilde engellenmesinde Atlantikçilerin katkısı önemlidir. Bu süreçte aynı zamanda enerjide dışa bağımlı olan AB, Japonya, Çin gibi rakipleri de zayıflatma strajisi işlemektedir.

Ukrayna’ya saldırı senaryoları üzerinden Rusya’nın enerji pazarındaki konumunu kısıtlamak üzere yaptırımlar gelebilir. Bunun Rusya kadar Almanya ve diğer ithalatçı ülkeleri zor sokacağı açıktır.

Diğer bölgesel ve küresel  dengeler ile aktörler dikkate alınarak yukarıdaki liste uzatılabilir. Ancak Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi günümüzde de bir Rusya-NATO çatışmasına yol açacak Rus saldırısı ufukta görülmemektedir. “Rusya hakkındaki en doğru tahmin, tahminde bulunmamaktır” tespitinde haklılık pay varsa da yüz ifadesindeki derin stratejiler hiç değişmeyen Putin’in, böyle bir tuzağa düşmesi uzak bir ihtimaldir. Tıpkı bilgi toplumu düzeyindeki Almanya’nın yeni savaşlar tuzağından kaçınması gerektiğine inandığı gibi.

Dombas’ta Rusya’nın desteklediği ayrılıkçılarla Ukrayna güçleri arasındaki çatışmalar, zaman zaman şiddeti azalmakla birlikte yıllardır sürmektedir. Bilinçli bir şekilde köpürtülen bu istikrarsızlık sonucunda batı Dombas’ın ne kadarının Kiev’den bağımsızlık ilan edeceği, Güney Osetya veya Abhazya’da olduğu gibi bu bağımsızlığı hangi ülkelerin tanıyabileceği, Kırım’da olduğu gibi bağımsızlığı ilan eden Dombas birimlerinin Rusya’ya katılma kararı ile Moskova’nın kabulü gündeme gelebilir. Bu kapsamdaki her adımın Moskova’ya ağır faturası olacağını gören Putin, geri adım atmadan muhtemelen çözümsüzlük hattında beklemeyi tercih edecektir.

Bütün bu aşamalardan sonra Rusya’ya yönelik yaptırımlar, İran’da olduğu gibi Putin’in elini güçlendirir, Kazakistan’da olduğu gibi yakın ülkelerin batı ile ilişkilerini gözden geçirmesine yol açabilir. Esasen ABD’nin stratejisi saldırgan bir Rusya sayesinde Avrupa’da daha fazla etkinlik kurmaktır. Sonuç olarak görünüşte Avrasyacı Rusya hedefte olsa da derin stratejilerle saldırganlığı desteklenmiş Rusya üzerinden AB, hatta Türkiye de sıkıştırılmaktadır.

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ

Devamını Oku

Kabil ABD Büyükelçiliği’nde Yakılan Evrak

Kabil ABD Büyükelçiliği’nde Yakılan Evrak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi, Uluslararası Sistem’deki dönüşümün köşe taşlarından biri olmaya adaydır. Oğul Bush dönemindeki müdahaleden sonraki başkanlar, çekilme programını gündeme getirmiş, asker sayısı azaltılmış, tam çekilme riski göze alınamamıştır. Bu riski alan Biden’ı beceriksizlikle suçlamak, arkadaki büyük kumpası farketmemektir. Çünkü Beyaz Saray’dakiler, genellikle hazırlanan menu ile iktifa etmek zorundadırlar. Trump’ın aksine beyanlarına rağmen “savaş lordları öyle istiyor” yakınmasını unutmayalım.
Afganistan’dan çekilirken yaşanan sahneleri, ABD’nin başarısızlığı olarak görmek anlamsızdır. Arkasında istikrarlı, sağlam bir devlet bırakmamış olmasına hayıflanmayı da özürlü buluyorum. Sanki ABD, 20 yıl boyunca güçlü, halkını koruyan bir devlet kurmayı amaçlamış da başarısız olmuş! Halbuki bütün icraat, strateji sadece Afganistan’ı değil bütün bölgeyi istikrarsızlaştırmak, fundamentalizmi olabildiğince kurumlaştırmak, kaosu her fırsatta yangına çevirmekti. Bu süreçte tek başarısızlık, ABD’nin en azından altı ay boyunca Afganistan ordusu ile Taliban’ın savaşması beklentisiydi ki bunun sonu gelmeyecek, binler hayatını kaybedecek, onbinler sakat kalacaktı. Washington’daki kana doymaz savaş lordlarının hevesleri kursağında kalmış, yöneticiler ABD gölgesinde kenara koyup kaçırabildikleriyle ülkeyi terketmiştir.
Beyaz Saray’ı, hatta müesses nizam kuruluşları Pentagon, CIA vb’ni de kontrol edebilen finans ve medya gücü, burada önem arzetmektedir. Özellikle seçilen görüntüler “biz bu filmi seyretmiştik” dedirtmektedir. IŞİD’in bir anda ABD silahlarıyla parlayıp kelle kesme görüntülerini hatırlayalım. Bu süreçte birçok malzeme yanında “ölüm mangaları” haberlerindeki görüntüler, aynen IŞİD için olduğu gibi en son tekniklerin kullanıldığı Hollywood yapımı olduğu intibaını vermektedir. Taliban veya IŞİD’in kesme, biçme eylemleri ayrı bir konu olduğu halde, ileri teknolojilerle kamuoyunun neye hazırlatıldığı sorgulanması gereken temel konudur.
Es geçilen bir haber, Kabil ABD Büyükelçiği bahçesinden yükselen dumanlardı. Personel binayı terketmeden önce birçok evrakı yakmış, bunların dumanı bütün mahalleyi kaplamıştı. Öğrencilerimle bunun müzakeresini yaparken, yakılan evrakın hangi tür olduğunu tartıştık. ABD orudusuna yardımcı olan isimlerle yazışmalar evrakı son derece ilkel bir görüştü. Zaten bu evrak Taliban’da da var, hükümet birimlerinde de. Asıl cevap beklediğimden kısa süre içinde geldi: Taliban içindeki ABD hizmetçileriyle ilgili olanlar!
Aynen IŞİD ve diğer terör örgütleri için olduğu gibi Taliban’ın temel stratejilerini, kurucusu olduğu ABD belirlemektedir. Son günlerde servis edilen Mücahit liderleriyle Reagan’ın fotoğrafı, Afganistan’dan Sovyetler’i Taliban’ın çıkardığına, Taliban’ın hem Sovyetler’i hem ABD’yi yendiğine inandırmaya çalışıyor. Sovyet işgalinden sonra her bir vadisi, bölgesi ayrı bir etnik grup, bir anlamda bağımsız birim olan Afgan coğrafyasında herkes kendi bölgesinde Sovyetlere karşı örgütlendi. Hepsine birden mücahitler denen bu gruplar arasında bağlantı yoktu, zaten Sovyet sonrası aralarında iç savaş başladı. Esasen etnik, dini, mezhep gibi birçok aykırı unsurlar da vardı. ABD Sovyetler ile çatışmada hepsine destek oldu, silah, stringer verdi. Taliban örgütü ise Sovyetlerin çekilmesinden sonra ABD tarafından kuruldu. Mücahitlerle Taliban’ı özdeşleştirenlerin en azından tarih ve bölge konusunda bilgisizlikleri açıktır.
Geçen on yıl içinde Afganistan’da bir esnaf veya resmi görevli ile sohbet fırsatı bulsaydınız, mutlaka o günlerde ABD helikopterlerinin Taliban’a götürdüğü bir destekten bahsederlerdi. Aynen 1990’larda İncirlik’ten kalkan ABD uçaklarının dağdaki PKK’ya mühimmat taşıdığına bölgedeki her askerin şahit olduğu gibi. Kabil’deki her kanlı saldırının da arkasında ABD olduğunu herkes gerekçeleriyle söyler.
ABD ve Batının çatışmaları sürekli kılma stratejisi oldukça nettir. Bunlara bakarak karar vermek, sonraki kumpaslara da fuzuli malzeme olmaktır. ABD 1990’larda Afganistan’ı Taliban’a teslim ederken, birçok MGK toplantısında bunun yol açacağı tehlikeler kayda geçmiştir. Asıl stratejinin Afganistan’a müdahale bahanesi olduğu 11 Eylül’de ortaya çıktı.
Geçen süre zarfında ABD’nin harcadığı trilyon dolarlar, sadece ABD askerlerinin girebildiği üsten her dört dakikada bir kalkan dev kargo uçaklarıyla fazlasıyla karşılandı. Bu uçaklar uranyum mu, lityum mu, altın mı taşıyordu bilinmiyor. Zaten bu maddeler kayıtlarda yer almaz. Koca ülkeyi uyuşturucu tarlası haline getirip Avrupa’ya ulaştırmanın getirisi ayrı bir konu.
11 Eylül saldırılarından hemen önce CIA tarafından katledilen Ahmed Şah Mesud, iç savaş tarafları arasında barışı sağlamış, ülkenin yeniden kuruluşunun yolunu açmıştı. Bu gelişme batının hiç hoşuna gitmedi ve hayatına son verildi. Pençşir’den Taliban’a bayrak açan oğlu Ahmed Mesud da öncelikle kan dökülmeden ülkede barışın tesisi yolunda gayret sarfetmelidir. Bunun yolu Taliban ve diğer gruplarla işbirliğinden geçmektedir, yeni iç savaşları tutuşturmaktan değil!
Türkiye, ne Taliban ne de Pençşir direnişinin yanında yer almadan her iki grubu da uzlaştırma, insanların ölmesini, sakat kalmasını önleme stratejisi uygulamalı, bütün taraflarla temaslarını sürdürmelidir. ABD’nin Taliban-Afgan ordusu savaşını çıkarmada başarısız olmasına karşın yeni iç savaşalar hazırlığında olduğu, Türkiye’nin de oldukça kullanılışlı bir araç olacağı hevesini de kökünden kurutmak gerek.
Bu süreçte ABD merkezli küresel sermayenin bir hedefinin de Çin’i bu bataklığa çekme görüşü pek makul görünmüyor. Pekin’e koşarak giden Taliban liderlerine Çin ile işbirliğinin ön şartlarını sormak gerek: Mesela Uygur Müslümanlarına zor ile domuz eti yedirilmesine, başını örtmek isteyenlerin eğitim kamplarına alınarak tecavüzlere maruz bırakılmasına, Müslüman isimleri koymanın, camiye gitmenin, selam vermenin terörist eylem sayılması gibi resmi listelerde yer alan eylemlere son verilmesi şartları gibi. Çin’in Afganistan’a yerleşme şekli ve süreci ayrı bir konudur. Ancak ABD’nin Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan’ı Afganistanlaştırma yolunda yıllardır birçok projeyi uygulama alanına koyduğu, bundan sonra da bu istikamette kumpaslar beklenmesi gerektiği açıktır.

Prof. Dr. Alaeddin Yalçınkaya

Marmara Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı

NOT: Bu yazı Prof.Dr.Alaeddin Yalçınkaya’nın özel izni ile yayınlanmıştır.

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ  

Devamını Oku

Yeşil Vatan Tehlikede II

Yeşil Vatan Tehlikede II
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Yeşil Vatan Tehlikede I” yazımızı hazırlarken yangınlar başlamamıştı. Temennimiz bu yazı okunurken bütün yangınlar söndürülmüş olsun. Asıl tehlike ise “Yeşil Vatan”ın kalıcı olarak çölleşmeye başlamasıdır. Bununla beraber hemen her yangın haberinde, hava sıcaklığı ve düşük nem gerekçesi dillendirildi. Yangınların nedeni olarak insanlık değerlerinden nasipsiz canilerle ilgili işlemlerin yapıldığını tahmin ediyoruz. Ancak ortada bir gerçek daha var: Düşük nem oranı.
Nem oranının düşmesinde, yer altı sularının insafsızca çekilmesi, yüzlerce gölün kuruması, yemyeşil vatanın çölleşmeye terkedilmesinin etkisi elbette var. Bu kadar gölün kuruması ve yeşilliklerin çoraklaşarak nem oranının düşmesiyle, bir teröristin molotof kokteyl atarak koskoca ormanı yok etmesi arasındaki ilişkiyi de görmek gerek. Nitekim kuruyan göller bölgesinde daha önce bilinmeyen bir şey yaşandı: Ekinler olgunlaşma aşamasında iken yandı, kurudu. Sözkonusu olan bildiğimiz yangın değil. Suların yüzlerce metre derine inmesi yüzünden toprak çoraklaşmış, böylece mahsul kavrulmuştur. Daha önce kurak yıllarda mahsulun olgunlaşamadan tarlada kaldığı vâki idi. Fakat şimdikiler çok farklı bir durum. Sorun, sadece göllerin kuruması, toprakların çoraklaşması değil. Bütün ekolojik denge kökten sarsılıyor!
Kuruyan göl kenarlarında flamingo cesetleri içler acısı. Ancak keşke onlarca göl kururken, rızkını buradaki balıklardan kazanan vatandaşlar için de aynı ilgi gösterilseydi. Bir yaralı foks için, ünlü iş adamının gösteri gayretlerini medyanın alkışlarla duyurması, çevreyi tahrip eden yatırımcıların günah çıkarması yanında bir takım şaşı gözleri kör etmek içindi sanki. Bölge halkının geçim kaynağı durumundaki milyarlarca balık, kuruyan göllerde buharlaştığında haber olmazken sadece kaplumbağa yumurtalarına ilgi gösterilmesini anlamsız buluyorum.
Termik santrallerin yangınlardan etkilenmemesi sevinçle karşılandı. Halbuki küresel ısınmanın en büyük sebebi bu santrallerin yol açtığı sera etkisi. Avrupa’da yeni santral yapılmıyor, çoğu kapatıldı, az sayıdakiler birkaç yılda kapanacak. Bizdekilerin zehir saçarak çalışmasının, tarım bölgelerinin yanıbaşında Çin sermayesi ile yenilerinin inşa edilmesinin bu felaketlerdeki etkisini idrak etmemiz gerekmez mi? Küresel ısınmaya katkı yanında her bir santralin 100 kilometre çapındaki bölgede tarımı ve hayvancılığı bitirdiği, bacalardan çevreye kanser dahil nice hastalıklar yaydığı açıktır. Halbuki ülkemizde her an devreye girebilen yeterli doğalgaz çevrim santralleri bulunmaktadır.
Orman düşmanı olarak bilinen keçinin aslında kuruyacak otları zamanında tükettiği için yangınları azalttığını da bu süreçte öğrendik. Kapatılan göllerin çevresinde sulu tarım yerine su istemeyen ürünler, meşelikler, cevizlikler ve çevreyle uyumlu diğer tarım, hayvancılık alternatifleri için kapsamlı projeler hayata geçirilmelidir. Kısa vadede sulu tarım ürünleri kadar kârlı olmayacak, ancak uzun vadede herkes kazanacaktır. Hesapsız çekilen sulardan sadece büyük üreticiler yararlanırken kuruyan göllerin tekrar canlanmasıyla milyonlarca aile geçim kapısına kavuşacaktır. Zaten büyük üreticilerin kârlı dönemi adım adım sona eriyor, sular derinleşirken yarın kimin tarlasının obruklarla yok olacağı belli değil.
Yanan yerlerin yeniden kızıl çam ormanlarıyla donatılacağı her fırsatta belirtiliyor. Halbuki uzmanlar, belirli sınırlamalar olmadan bu ağaçların yangın durumunda tehliklei olduğunu söylüyor. Bilim adamlarının yıllar önce yaptıkları uyarıları, TÜBİTAK destekli projeleri dikkate alınmamış. Aynı akademisyenlerin ormanı koruma konusundaki çalışmalarından İtalyan hükümeti haberdar olmuş, ülkesine davet etmiş, önerileri doğrultusunda ormanlarını dizayn etmeye başlamışlar!
Kuruyan göllerin yeniden canlandırılması, sebeplerin ortadan kaldırılmasıyla, kuyuların kapatılmasıyla mümkün olacaktır. Kurumanın sebebinin yer altı sularının plansızca kullanılması olduğunu herkes biliyor, uzmanlar haykırıyor. Arkasından çölleşme, kum bulutları, obruklar gümbür gümbür geliyor. Kimsenin kenarda durup diğerlerinin elini taşın altına koymasını bekleme lüksü yoktur. Muhatap olduğumuz işletmeciler dahi kuyularını kapatmalarının şart olduğunu, ancak sadece kendisinin değil, olağanüstü hal ilanıyla ruhsatlı/ruhsatsız hepsinin kapatılması gerektiğini söylediler. Bölge halkı, esnafı, akademisyenleri bu konuda hemfikir olup sorumluluk siyasette, kamuoyu oluşturucularında ve diğer aktörlerdedir.
Bu kapsamda:
Kuruyan göller ve çölleşen Yeşil Vatan felaketine karşı sadece bölge insanı değil, sadece belirli sektörlerdekiler değil, sadece iktidar veya muhalefet değil her kesim üzerine düşeni yapmalıdır.
Halen yeraltı sularına bağlı ekonomik düzenin sona ermesi durumunda ortaya çıkacak sosyo-ekonomik sorunlar için ortak bir fon, istihdam alanı (mesela Yeşil Vatanı koruma, kuyuların kapatılmasını sağlama ordusu) ve üretim planları hazırlanmaldır.
Bu konudaki yasal düzenlemeler, kesinlikle siyasi hesapların ötesinde, akıl ve gönül birliği temelli yapılmalıdır.
“Yeşil Vatan Komisyonu” bütün parti gruplarının eşzamanlı önerisiyle kurulmalı, aklın gereği olan tedbirler de eşzamanlı önerilerle gündeme alınmalıdır. Hayırlı-gerekli bir öneriye, sırf diğer cepheden geldiği için karşı çıkma hastalığına karşı tedbirler alınmalıdır.
Geçici süre için de olsa acı reçeteler ortak mutabakat ile hazırlanmalı, değişen bakanlar/yöneticiler yüzünden yarım kalmamalı, zaruri tedbirler ve uygulamalar günlük siyasi hesaplara feda edilmemelidir.
Bu bağamda 1996-2004 senesi arasında yürürlükte kalmış olan yasal düzenleme ve uygulama tecrübesi etkin bir şekilde değerlendirilmelidir. O dönemde kuyular aşamalı olarak kapatılmasına rağmen birkaç yılda göllerin canlandığı unutulmamalıdır.
Çözüm yolunda sivil toplum kuruluşları, öncelikle bölge üniversiteleri ve belediyeleri, sanayi ve ticaret odaları, medya ve kanaat önderleri yangınları söndürmede olduğu gibi işbirliği halinde hareket etmelidir.
Kuruyan göllerin sadece İç Anadolu, Ege, Marmara’nın değil, bütün Türkiye’nin, hatta komşularının da sorunu haline geldiği dikkate alınarak ulusal ve uluslararası fonlar ve projelerden olabildiğince yararlanma konusunda herkes üzerine düşeni yapmalıdır.
1996’daki düzenlemeden sonra olduğu gibi, etkin düzenlemeler ve tedbirlerden sonra her canlanan göl için şükran ve bayram günlerinin yaşanacağı ümidiyle.

Prof. Dr. Alaeddin Yalçınkaya

Marmara Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı

NOT: Bu yazı Prof.Dr.Alaeddin Yalçınkaya’nın özel izni ile yayınlanmıştır.

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ  

Devamını Oku

Yeşil Vatan Tehlikede I

Yeşil Vatan Tehlikede I
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Yeşil Vatan, sadece göze ve gönüle ferahlık veren ağaç, bitki örtüsü değildir. Aynı zamanda hayatın vazgeçilmezi oksijendir, sudur, hubutattır, sebzedir, meyvedir, hayvan gıdasıdır, protein kaynağıdır, giyecektir… “Asker midesi üzerinde yürür” vecizesi gereği, vatan savunmasının da olmazsa olmazıdır. Çoraklaşan ve çölleşen vatanların kaderi terkedilmek, sakinlerininki yollara, gurbete düşmektir.

Yeşil Vatanımız hızla yok olmakta, kaybolmaktadır. Bu süreçte küresel ısınmanın elbette etkisi var. Ancak ülkemizde insan eliyle, büyük bir umursamazlıkla, insafsızca yapılan uygulamaları yok sayarak küresel ısınmayı sorumlu tutmak büyük yalandır. Bir süre kendimizi kandırabiliriz, fakat her gün büyüyen felaketlere karşı alınması gereken tedbirlerin maliyeti sürekli artmaktadır. 10 yıl önce işe başlansaydı çok daha kolayca sonuç alınacaktı. 10 yıl sonraya kaldığında geri dönüş imkansıza yakın olacak, telafisi çok daha uzun yıllar alacak, ödenmesi gereken bedel çok daha ağır olacaktır.

Uzun süredir Bursa-Antalya istikametinde uçak yolculuğu yapmamıştım. Son yolculuğumda özellikle Kütahya-Isparta’ya doğru, arka arkaya sıralanan Rüzgar Enerji Santralleri (RES) büyük ferahlık verdi. RES’lerin sayıları, kurulu güce katkıları konusundaki raporları düzenli olarak takip ettiğim halde kanatların ağır ağır döndüğünü uçaktan izleyebilmem ayrı mutluluk verdi, ta ki boynum tutuldu. Derken kuruyan göllerin biri bitmeden diğerini müşahade ediyoruz. Bazılarının büyük kısmı kurumuş, kalan bir avuç su aşağıdan feryat ediyor: Sesimizi duyun, bizi kurtarın!

Tam da o günlerde Türkiye’nin en büyük Güneş Enerji Santralini (GES) Karapınar’da hizmete açıyoruz. Bu teknolojinin ülkemizde gelişmesini, yaygınlaşmasını her fırsatta alkışlarla karşıladık, daha fazlasını istedik. Kişisel ve kurumsal GES kurulumlarının önündeki bürokratik engellerin kaldırılmasını, hatta teşvik edilmesini de dile getirdik. Buna karşın Karapınar’daki GES hakkında, daha inşa aşamasındayken dahi içimize derin bir hüzün çöktü. Temennimiz bir an önce yanlıştan dönülmesi, bu dev GES için başka bir arazi bunması idi. Çünkü medar-ı iftiharımız olması gereken bu yatırım yanlış politikalarla, insan eliyle kurutulmuş bir göl üzerine inşa edilmiştir.

Önce bu gölü besleyen yer altı suları insafsızca çekilmiş, Yeşil Vatanın kan damarları emilmiş, diğer onlarcası gibi bu göl de kum yığını haline gelmiştir. Kendi ellerimizle kuruttuğumuz bu gölün üzerine “çevreci” GES inşasının anlamı, mahallemizdeki yetim kızı, babasının katili ile evlendirmek gibidir. Yetim kızın kısmeti çıkmış, düğün olacak, sevinçle “biz de bu yuvaya birşeyler katalım, en azından bu emanet yavrunun yuva kurmasına sevinelim” demez miyiz? Fakat bir ömür birlikte yaşayacağı kişinin ellerinde bir daha göremeyeceği babasının kanı varsa buna nasıl sevinelim? Kurumuş göl üzerine GES inşasının anlamı da bütün bilimsel veriler belli iken, aklın, mantığın, uzmanlarının tespitleri ortada iken, bunları hiç itibara almadan çölleşmeye mühür vurmak, çoraklaşmayı garanti altına almaktır.

2021 ortası itibariyle Türkiye’nin en büyük sorunu, Yeşil Vatanın adım adım yok olmasıdır. Terörle, yoksullukla, hatta yanıbaşımızda ABD’nin Yunanistan’daki üslere Türkiye’yi hedef alan silah yığınaklarıyla mücadelenin temelinde Yeşil Vatanı kurtarmak vardır. Hiçbir gelişmiş ülke tarım ve hayvancılık alanını ikinci plana atmamaktadır. Bilakis endüstriyel gelişme ile birlikte bu alandaki yatırımlar teşvik edilmekte üretim artırılmakta, üretici teşvik edilmekte, ürün satışı garanti altına alınmaktadır. Küresel ölçekteki ekonomik devlerin başta gelen özelliği, tarım ve hayvancılık alanına daha fazla yatırım yapmaları, üretimi teşvik etmeleridir. Bunun temelinde ise temiz hava ve su bulunmaktadır.

Sağlıklı bir insanın dönem dönem kan vermesi, aynı zamanda hastaların da ihtiyacı için gerekliliktir. Ancak akşam sabah kan veren kişinin bünyesi bir müddet sonra çökmeye başlayacaktır. Anadolunun her tarafında irili ufaklı göller, pınarlar bulunmaktadır. Asırlardan beri bu bölgelerde beş-on metre kazınca suya ulaşmak mümkün olup bir şekilde evin, bahçesin, hayvanların ihtiyacı karşılanmakta idi. Muhtemelen yer altı sularının yüzde biri bu şekilde kullanılırken çekilen sular yağışlı mevsimlerde yerini doldurmakta idi. Fakat son 30-40 yıldır, sondaj teknolojisi ile ulaşılan suyun tamamı çekilmeye başlandı. Her sene kaybolan suya ulaşmak için bir miktar daha kazmak gerekti. Yakın zamana kadar mevcut kuyular her sene 3-5 metre daha derinleşirken 2021 baharında mesela Karapınar’da ancak 22 metre kazılarak suya ulaşılabildi. Yani su seviyesi geçen sene 200 metre derinlikte iken bu sene 222 metreye indi. Muhtemelen seneye 250 metreyi bulacaktır. Kısaca Yeşil Vatanın kanı son damlasına kadar emilmeye devam ediyor!

Kimse sondajları derinleştirmenin sonsuza kadar gideceğini beklememelidir. Çünkü jeolojik yapıda belirli bir derinlikten sonra başka katmanlar karşımıza çıkmaktadır. Bundan daha önemlisi her sene daha derindeki sulara ulaşırken daha yukarıdakiler -Yeşiş Vatanın can damarları- kurutulmaktadır. İç Anadolu-Ege-Marmara bölgesindeki birçok göllerin kaynağı, kurutulmuş olan yer altı sularıdır. Tıpkı Karapınar gölü gibi. Tıpkı bölgede kurutulmuş olan veya can çekişen onlarca göl gibi.

Gölleri kuruyan, her sene kuyularını derinleştirmek zorunda kalan bölge insanı adım adım yaklaşan büyük felaketin farkındadır. Kiminle konuştuysak “ben kuyumu kapatmaya hazırım, ancak sadece benim kapatmamla bu iş olmaz. On binlerce kuyunun da kapatılması lazım” demektedir. Yani görev, devletindir. Yeni kuyu açılmaması, mevcutların kapatılması zorunluluğunu, alan uzmanları da yıllarca haykırmaktadır. Fakat on yılların ihmaliyle tıpkı gittikçe azgınlaşan kanserli ur benzeri sosyo-ekonomik yapı ortaya çıkmıştır. Bu kansere neşter vurulurken toplumun bütün kesimleri, siyasetin bütün kanatları elbirliği ile hareket etmelidir. Kesinlikle acı reçete ortaklaşa paylaşılmalı, iç siyaset konusu yapılmamalı, mağdur olacaklar desteklenmelidir. Yeşil Vatanın kurtuluşu konusundaki tespitlerimize ve önerilerimize devam edelim.

Prof. Dr. Alaeddin Yalçınkaya

Marmara Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı

NOT: Bu yazı Prof.Dr.Alaeddin Yalçınkaya’nın özel izni ile yayınlanmıştır.

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ  

 

Devamını Oku

Antalya Diplomasi Forumu ve Kırım Türkleri

Antalya Diplomasi Forumu ve Kırım Türkleri
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Antalya Diplomasi Forumu’nun (ADF), bölgesel sorunların çözümü konusunda taslak metinlerin tartışma ve olgunlaştırılma zemini olması son derece önemlidir. Genellikle ekonomik alandaki benzeri forumlar, kesinleşmiş gündemlerle toplanmadıkları halde güncel ve muhtemel sorunların tartışma zeminini oluştururlar. Önemli bir kısmı eski sömürgecilerin kumpası durumundaki sorunların çözümünü, eski sömürgecilerin patronluğundaki BM benzeri kurumlarda aramak tavukları tilkiye emanet etmek demektir.

Mesela Etiyopya, Mısır, Sudan arasındaki baraj inşası sorunun çözümünü Arab Birliği veya İslam İşbirliği Teşkilatı benzeri örgütler yerine BM Güvenlik Konseyi’nde aramak eski sömürgecilere müdahale davetiyesi göndermek demektir.  Sovyet sonrası Türk cumhuriyetleri arasında da birçok sınır sorunları bulunmakta olup Kırgızistan-Tacikistan arasındaki anlaşmazlık 49 kişinin ölümüne yol açmıştır. Bölge ülkeleri arasında birçok uzlaşmazlık, hatta savaş sebebi olabilecek sınır ve egemenlik problemleri bulunmaktadır. Bunların çözümü için Türk Keneşi bünyesinde bir hakemlik kurumu oluşturmak son derece önemlidir. Genel kuralların, çözüm yöntemlerinin belirlendiği kurumsallaşmalar çok daha etkili olabilecektir.

ADF’de görüştüğümüz Kırım Türklerinin temsilcileri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile Refat Chubarov, Kırım’a girişlerinin yasak olduğunu hüzünle söylediler. Rusya ile ilişkilerimizin hassasiyeti nedeniyle panellerde dertlerini anlatamamalarından dolayı da mahzundular. Ancak çağrılmış olmaları dahi önemliydi. Zira nüfus ve coğrafya bakımından yaklaşık yüz kat büyüklükteki Doğu Türkistan’ın ADF’de ne temsilcisi, ne adı vardı. Doğu Türkistan, Uluslararası Hukuk açısından Çin’in özerk bölgesi, bağımsız değil. Aynı statüdeki çok daha küçük birim, Moldova, Gagavuzyeri Cumhurbaşkanı Irina Vlah ADF’ye konuşmacı olarak katıldı, önemli şeyler söyledi, bunlar Moldova’yı hiç “kışkırtmadı”.

Kırım Türklerinin II. Dünya Savaşı sonunda sürgünleri, soykırım tanımına girmekte olup nüfusun önemli bir kısmı yollarda ölmüştür. Daha Kruşçev zamanında bu sürgünün haksızlık olduğu ilan edilmiş, ancak Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar dönüş izni verilmemiştir. Bu süreçte Abdülcemil Kırımoğlu’nun efsanevi çabaları görülmüş, nihayet vatanlarına dönmeye başlamışlardır.

Sovyet sonrasında, dağılma öncesi sınırlar esas alınmış, Kırım’ın Ukrayna’ya bağlı özerk statüsü onaylanmıştır. Geçen süre zarfında Kırım Türklerinin yarısı vatanına döndüğü halde, babalarından kalan mülklere sahip olamamış, perişan bir şekilde hayatlarını sürdürmüşlerdir. Komünist sistemde mülkiyet olmadığı halde dağılmas sonrasında, esnek uygulamalarla birlikte herkes oturduğu evin sahibi haline gelmiştir. Halbuki haksız yere evlerinden çıkarılmış olan Kırım Türkleri, ülkelerine döndüklerinde bu haklarını kullanamamışlardır. En azından sürgün haksızlığını telafi edecek hazine arazisi benzeri formüllerle mağduriyet azaltılabilecekken Ukrayna hükümeti böyle bir adım atmamıştır. Temmuz başında Ukrayna Hükümeti’nin Kırım Türklerine yerli halk statüsü tanımış olması, gerekli fakat son derece gecikmiş bir karardır. Zaten Kırım’ı, 2014’de Rusya ilhak etmiştir. Bu kararla Kırım’daki soydaşlarımızın kışkırtılarak Rusya-Ukrayna çatışmalarına alet edilmesi tuzağına düşülmesi ayrı bir konudur.

Kırım nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu Türkler oluşturmakta olup buranın Türk yurdu olması tarihi bir hatıradır. Bütün Kırım Türkleri vatanlarında dönse dahi Türklerin oranı yüzde 20’yi geçmeyecektir. Öte yandan Rusya Federasyonu dağılmadığı müddetçe Kırım yarımadası Rus kontrolünde kalacaktır. Bununla beraber bir dönem Kazakistan nüfusunun çoğunluğunu Ruslar oluşturmasına karşın Soyvet sonrasında her yönüyle ülkenin Kazak kimliğine dönmesi gibi Kırım Türkleri için de böyle bir gelecek ihtimal dışı değildir. Ancak bugün için, soydaşlarımızın Uluslararası Hukukun garanti ettiği medeni, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel haklarını kullanabilmeleri, bu yöndeki engellerin kaldırılması esas meseledir. Kırım’ı veya mesela Kerkük’ü Türkiye’nin sıradaki vilayetleri olarak zikretmek, haklı davayı sloganlaştırarak öldürmek demektir. Bu tür slogan söylemleri soydaşlarımıza sadece zulmü, baskıları meşru ve sürekli kılar.

Kırım veya Dombas’taki egemenlik konusu, Rusya ve Ukrayna arasındaki bir sorundur. Türkiye, her iki ülke ile iyi geçinmeli, gerektiğinde arabulucuk yapmalıdır. Ancak krizin başlangıcında taraf olmak ihtiyaç duyulan arabuluculuk fırsatını imkansız kıldığı gibi sözkonusu Kırım olunca soydaşlarımıza yönelik baskılara da gerekçe oluşturmuştur. Bu anlamda Türk liderlerinin, kendi ülkesine gidememesi, halklarıyla görüşememesi son derece hazin olup “nerede yanlış yaptık?” sorusunun cevabını aramak gerekmektedir. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi elbette Uluslararası Hukuk’a aykırıdır. Ancak uygulamada, hukuktan çok siyaset ve güç sonucu belirlemektedir. Bu tür sorunların başından itibaren genel ilke belirlenip aktif olarak soruna taraf olmadan, önceliği mesela Kırım için soydaşlarımızın haklarını garantiye verseydik bugün çok daha farklı Kırım Türkleri karşımıza çıkardı. Bu süreçte büyük yanlışın Türkiye’den mi Kırım Türk liderlerinden mi kaynaklandığı ayrı bir konudur. Ancak bu gibi sorunlarda asırların devlet tecrübesine sahip olan Türkiye’nin bir adım sonrasını görerek hareket etmesi çok daha önemlidir.

2021 itibariyle Kırım Türklerinin sorununun çözümüne, öncelikle yarımadadaki egemenlik sorununa Türkiye’nin taraf olmadığını ilan etmesiyle başlamak gerek. Arka kapı diplomasisi müzakerelerinde Rusya’nın AB ile “Kırım’ı ver, Dombas’ı al” pazarlığı içerisinde olduğunu tahmin ediyorum. Gerek Ukrayna’daki liderler gerekse diğer Kırım Türklerinin ülkesine dönmesi, mağduriyetlerinin telafi edilmesi, bundan sonra da her türlü haklarını kullanabilmeleri için Türkiye’nin geri adım atması şarttır. Ukrayna’nın da bunu anlayışla karşılaması beklenecektir.

Öte yandan tıpkı Rusya ile uçak düşürme krizi sürecinde Nazarbayev’in diplomatik dehasının devreye girmesi gibi bu sorunun çözümünde de Türk dünyasının bu aksakalının çözüm önerileri, yardımı, aracılığı son derece önemli olacaktır. Böylece Nazarbayev, Rusya-Ukrayna uzlaşmazlığının çözümü yolundaki süreci de başlatmış olacaktır. Bu arada Türk Keneşi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği gibi örgütler nezdindeki girişimler de denenmelidir. Birçok bölgesel örgütlerin ortak zemini haline gelen ADF’nin Kırım Türkleri için de bütün tarafların kabullenebileceği çözüm girişimleri beklenebilir.

Prof. Dr. Alaeddin Yalçınkaya

Marmara Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı

NOT: Bu yazı Prof.Dr.Alaeddin Yalçınkaya’nın özel izni ile yayınlanmıştır.

Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ  

 

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.