Eskilerin kadrini bilmediği, yenilerin tanımadığı Harputlu bir kahramandan bahsedeceğim bu yazıda. Gazi Tuğbay Mehmed Arif Paşa’dan. Kendisinin yazıp kızının sadeleştirdiği hâtırat ve merhum Sunguroğlu’nun kaydettiği iki sayfa dışında elimizde bilgi yok. Ama bu kadarı bile bu mühim zatı bize tanıtmaya kâfi.
Hacdorlardan İshak Ağa’nın ve Zeliha Hanım’ın oğlu olarak 1884’te Harput’ta dünyaya gelir. Mamuretülaziz’de Mülkiye, Askerî Rüşdiye okullarında başlayan tahsil hayatı Erzurum Askerî İdadi ve İstanbul Harp Okulu’nda devam eder. 1905’te buradan mülâzım-ı sânî (asteğmen) rütbesiyle mezun olur, Çemişgezek’e tayin edilir. 1912’ye kadar Dersim, Hozat, Pülümür, Kiğı’yı içine alan bölgede âsilere karşı savaşır. Dersim dağlarında defalarca ölümle burun buruna gelir. İki defa yaralanır. 1912’de Kiğı’da görev yaptığı taburuyla beraber Balkan Muharebesine katılır. Edirne’nin düşmandan geri alındığı çatışmada o da bulunur.
Maddî ve manevî mahrumiyetlere rağmen vazifesini kutsal bilir, zorluklara tahammül etmeye çalışır. Fakat 1914’te biraz rahat etmek için savaş alanlarından uzak bir yere tayin olmak ister. Bununla ilgili yazdığı dilekçesini vermek üzere redif merkezine gittiğinde yüzbaşılığa yükseltildiğini ve “gıyâbî bir kura” ile Yemen’e atandığını öğrenir… Arif Paşa’nın yarınlardan haberi yoksa da kader, hükmünü nakış nakış işlemektedir. Savaştan uzak kalayım derken elli yıldır yüz binlerce müslüman evlâdına mezar olan Yemen’e, kervanların dolu gidip boş döndüğü Yemen’e, evlere şivan düşüren Yemen’e, Yemen’e değil “Yaman’a” atanmıştır…
Dersim dağlarını aşarak vücudunun sıcak memleketlerde vazife yapmaya müsait olduğuna dair sağlık raporu almak için Erzurum’a gelir. Bir kahvehanede rapor sırasını beklerken birisi yanına yanaşır ve isterse kendisine Yemen’de görev yapmaya sağlığının elverişli olmadığına dair rapor aldırtabileceğini söyler. Öyle ya, Yemen kurban sahrasıdır… Herkes bilir ki oraya giden yiğit, ana babasını evlatsız, çocuğunu babasız, hanımını dul bırakacaktır. Yokluk, kıtlık, sefâlet içindeki halk Yemen’de ölüp gitmeyi bir türlü anlamlandıramamaktadır… “Yemen bizim neyimize” mısrâının,
Gitme Yemen’e Yemen’e/ Yemen sıcak dayanaman
Kalk borusu er vurulur/ Sen küçüksün uyanaman
ağıdının,
Başta kalpak soldu m’ola/ Gün vurdu da uldu m’ola
Memedimin gözlerine/ Karıncalar doldu m’ola
feryadının sebebi binbir çileyle büyütülen fidanların elli yıldır kendilerine yâr olmayan topraklarda hesapsızca yitip gitmesidir.
Bu acıklı hâl maalesef bir piyasa oluşturmuştur. Parası olan, gücü yeten çürük raporu aldırmakta veya yüklü miktarda para ödeyip kanlı savaştan, yollarda kırılmaktan, açlıkla, salgınlarla telef olmaktan kurtulabilmektedir. “Zenginimiz bedel verir/ Askerimiz fakirdendir…” türküsü bize o günlerden yâdigardır…
Arif Paşa’nın çürük raporu hazırlayabileceğini söyleyen şahsa verdiği cevap şerefli bir subaya yakışan mertliktedir: “Sıhhatimle ilgili yalan beyanda bulunmayacağım!”
“Yemen’e gitmeye elverişlidir.” raporunu aldıktan sonra son görev yeri Pülümür’e gelerek kasaba halkıyla vedalaşır, katır sırtında yaptığı birkaç günlük zor yolculuktan sonra Harput’a ulaşır. Yemen’e hanımı, henüz beş yaşındaki kızları Makbule ve kendisinin yokluğunda onlara bakan kayınvalidesini de götürecektir. Devletin verdiği harcırah çok azdır. Arif Paşa sırf yol masrafını karşılamak için Harput’taki iki bahçesini ve evini satar. (Böylesi fedakârca bir tavrı yarım saatlik mesai, bir saatlik ders ücreti için kavga edenlerin tavrıyla kıyaslayın.) 5 Haziran 1914’te yola çıkarlar. İlk istikâmetleri Diyarbekir- Siverek- Urfa üzerinden Halep olacaktır. Yaylı arabasına binerlerken Harput’ta bıraktıklarının onlara yaptıkları duâlara âmin der, sıhhat ve selâmet dileklerine mukâbele ederler… Halep’e on günde varırlar. Sonra Şam ve Beyrut güzergâhından Port Said’e, Süveyş’e oradan da Yemen’in ilk durağı Hudeyde’ye gideceklerdir.
Gideceklerdir gitmesine ama senelerce Dersim’in karlı dağlarında ömür tüketen Arif Bey’in vücudu Afrika sıcağına dayanamaz. Beyrut’ta iki gün otele kapanır, biraz dinlenir, tekrar yola çıkarlar. Trenle Süveyş’e gelirler. Hac mevsimi yaklaşmaktadır. Kasaba İslam coğrafyasından Cidde’ye gidecek hacılarla dolup taşmaktadır. Kalabalık, keşmekeş, sıcak, rutubet, hastalık Arif Paşa’nın ailesini oldukça etkilemiştir. Nihayet beklenen vapur gelir… Yolculuk başlar fakat deniz çok dalgalıdır. Birkaç defa hayatî tehlike atlatırlar. Vapur Kızıldeniz boyunca Hicaz istikametine devam eder ve sonunda hacı adaylarının ineceği Cidde limanına yanaşır. Buradaki kargaşa da Arif Paşa ve âilesini iyice bunaltır. Hicaz yolcularını indiren vapur Kızıldeniz’de yol almaya devam eder. Arif Paşa bir an evvel Hudeyde’ye varmanın hayalini kurarken aklının ucundan geçmeyen bir facia yaşar… Vapurun hareketinden birkaç saat sonra kızı Makbule ansızın rahatsızlanır. Ne olup bittiğini anlamaya çalışırlarken de ellerinin arasında bir yıldız gibi kayar, ebediyete intikâl eder… Evlat acısı dağları taşları eritir, komutanı mı yıpratmayacak! Cephelerde senelerce ölümle kucak kucağa yaşayan Paşa yıllar sonra yazacağı anılarında bu kısmı anlatırken o acıyı yeniden duyacak ve duygularını “Beklenilmeyen bu kayıp beni çok perişan etti. Hastalandım.” şeklindeki ifâdelerle kağıda yansıtacaktır. Makbule’yi Kızıldeniz’in sol kıyılarından birine defnederler. Ne başına bir taş bırakılır, ne toprağını koklayacak kimsesi kalır… Öyle terkeder, giderler.
Bu vaziyette Yemen toprağı Hudeyde’ye varırlar. Bir otele yerleşirler. Arif Paşa kendinde değildir. “Gerek kaybettiğim çocuğumun acısından gerekse sıcak ve rutubetten bitkin bir haldeydim… Su istedim. Getirdikleri su tuzlu olduğundan içemedim. Kahve ve çay istedim. O da aynı sudan yapılmış olduğundan onları da içemedim.” diye yazmaktadır. O böyleyse Makbule’nin garip anası kim bilir nasıldır! Paşa, görev yerini öğrendikten sonra tekrar yolculuk başlar… Aile hasta ve bitkin halde katır ve develerle Şahil denilen görev yerine varır.
Arif Paşa’nın beş yıl boyunca -yaşamak denirse- yaşayacağı yer bu mıntıka olacaktır. Baskınlar, milis savaşları, tuzaklar, süngü muharebeleri, göğüs göğüse çarpışmalar, susuzluk, kıtlık, her türlü sefâletle geçecek beş yıl… Ama dert yalnız bunlardan ibâret olsa…
Sene 1917… Arif Paşa âilesinden üç gün uzaklıktaki bir kasabada görev yapmaktadır. 24 Mayıs’ı 25 Mayıs’a bağlayan gece…
Bir rüya görür. Rüyasında hanımı hastadır…
Eski insanlar rüyalara inanırlardı. Zira onlara göre rüya gayb bilgisine ulaşmanın yollarından biriydi. Hele bir insan namazında niyâzındaysa, salih bir insansa gördüğü rüyaların ehemmiyeti daha da artardı. Rüyasını kendisi gibi ağzı dualı birine anlatır, yorumlatır ve onunla amel ederdi… Arif Paşa da dinî vecibelerine sıkı sıkıya bağlı bir müslümandı. Sağlam bir itikadı vardı. Tevekkül sahibiydi; hakkı gözeten, doğruluktan, merhamet ve adaletten şaşmayan bir insandı. Muharebe esnasında bile namazını ve orucunu ihmal etmezdi. Hatta bir Ramazan gününde yağmur altında kalıp katırlarıyla birlikte zar zor sığındıkları bir mescidin damından akan sularla nasıl iftar ve sahur yaptıklarını anlatır. İşte bu sebeple gördüğü rüyaları önemserdi.
Sabah olur olmaz izin almak üzere karargâha gider. İşlemler devam ederken evlerinin olduğu Zebdiye kasabasından bir telgraf gelir. Komşuları Paşa’nın hanımının hasta olduğunu bildirmekte ve âcilen Zebdiye’ye gelmesini ondan istemektedirler!.. Rüya daha o an gerçek olmuş, artık gitme kararlılığı telaş ve aceleyle de birleşmiştir. Hızla evlerinin olduğu kasabaya doğru bir kılavuzla katır sırtında yola çıkar. Ne var ki yol tehlikeli, Zebdiye uzak, kılavuz yavaş, Arif Paşa perişan, ıztırap pek çetindir… Hâtıratında bu kahrı uzun uzun anlatır… İki gün sonra zor bela eve varırlar…
Âh felek!.. Meğer Arif Paşa’nın rüya gördüğü saatlerde yâr-ı vefâdârı, hayat arkadaşı vefât etmiştir… Komşular defin için Paşa’yı beklemişlerdir.
Makbule’den sonra Allah onlara bir oğlan çocuk bahşetmiştir. Fakat henüz bir yaşını doldurmuş yavrucak da iki gün anneden mahrum kalması sebebiyle hayata tutunamaz… Sütsüz, bakımsız, kendi hâlinde bırakılan yavru, babasının gözleri önünde daha kâm nedir, lezzet nedir bilmezken şu hayata gözlerini yumar… Peşpeşe iki acı…
Makbule’sinden ayrı düşmüş bahtsız anneyi bu kuzusundan ayırmazlar; aynı toprağı döşek, aynı taşı yastık yaparlar onlara…
Sahil kenarındaki yavrusu gibi onun da mezarına gelen olmayacak, onu da hatırlayan kalmayacak, geride kendisinden hiçbir iz, alâmet, nişan bulunmayacaktır… Üstelik tarihini ve yerini bilmiyoruz ama annesi de (Paşa’nın kayınvalidesi) oralarda vefat etmiştir! Hangisi hangisinin hasretine dayanamamıştır, sadece Allah biliyor…
Hem vatandan uzak, hem bacıya kardeşe hasret, hem kocadan ayrı, tek ü tenha, dillerini bilmediği, âdetlerine alışamadığı, bitsin diye gün saydığı, şafak gözlediği bir memlekette yitip giden bir hayat… Beyhûde bir ömür… “Harputlu gelin, Arif Paşa’nın hanımı, Makbule’nin annesi!” Ama kim?.. Adı ne? Bilen yok!.. Bir garip ölmüş diyeler!
Mezarımı yol üstüne kazsınlar
Telkinimi baş ucumda versinler
Oğul oğul gelen giden yolcular
Burda bir garib ölmüş desinler
Vay ölüm ölüm…
Neçe yavruları yuvada goyan ölüm
Neçe gapuları kilitli goyan ölüm
Valla gardaş!
Mezarımı kazın derin edin
Su serpin serin edin oy ölem oy
Bu dünyada gün görüp murad almadım
Ahretimi mamur edin oy oy
Valla çetindir ölüm ölüm
Getirin de nazlı yavrumu görüm oyy
Arif Paşa’nın hâlini hangi kelimelerle anlatalım?! Hayata tutunmaya mecâli yoktur… Merhametsiz Yemen bütün âilesini elinden almış, kendisini gurbette garib, bizâr bırakmıştır… Anılarında derin hüznünü tek cümleyle anlatır: “Zebdiye bana zindân oldu!”
Kokusuna doyamadığı yavrusunu, canını, cânânını oralara bırakır,
Kimi Yemen kimi Harput/ Üzerinde ince çaput
Avut yiğit gönlün avut/ Yâr sarmazsa Mevlâm sarar
der, karargâha döner… Ne yapsın?
Hastadır, kederlidir… Günü güne, derdi derde ekler, 5 Mart 1919’a kadar görevine devam eder.
Mondros Mütarekesi’nden sonra oralar peyderpey İngilizlerin kontrolüne geçer, kendisi de yüzlerce askerle birlikte onlara esir düşer… Mısır’a getirilirler, oradan başka bir kampa nakledilirler. Bu esaretten kurtulunca İstanbul’a gelir… Bir müddet burada vazife yapar, sonra Milli Mücadele’ye katılır, Kurtuluş Savaşı’nda Garp Cephesi’nde savaşır, İstiklâl Madalyası sahibi olur. 1922’de izinli olarak Harput’a gelir. Akrabası Alefdarzâde Mahmud Kâmil Efendi Harput müftüsüdür. Kızı Nâdire Hanım’ı onunla evlendirirler. Erzurum, Erzincan, Sivas, Balıkesir, Konya, Afyon, Manisa, Ankara gibi vilayetlerde rütbeler alarak vazife yapar. Meslek hayatının sonlarına doğru kendisini çekemeyen bazılarının gadrine uğrar, terfi etmesi engellenir. 1947’de Ankara’da Askerlik Dâire Başkanı iken yaş haddinden emekli olur.
Hâtıralarını yazarken 28 Aralık 1954’te geçirdiği bir kalp krizi sonucu “maddî ve manevî mahrumiyetlerle geçen” bu hayata vedâ eder. Ankara- Cebeci’ye defnedilir (Olur da bir ziyaret eden çıkar diye yazayım. Ada: 126, Parsel: 90). Mezar taşına
Çarpıştı yıllarca çöllerinde Yemen’in
Aldı rütbesini gâziliğe ermenin
Vuruştu istiklâl için Anadolu’da
Tek gâyesi vatanına, dine hizmetti
Şeref ve huzurla dünyaya vedâ etti
mısrâlarını yazarlar. Yetmiş yıllık ömürden geriye şerefli bir mâzi, bir eş, Müşerref, Yüksel, Sacid ve Şerafeddin isminde dört evlat bırakır. Çocuklarından biri hâkim olur, biri kendisi gibi askerlik mesleğini seçer. Müşerref Hanım (ö. 16.05.2016) onun hâtıratından bir kısmını sadeleştirerek Katıldığım Dört Savaş ve Yaşam Öyküm adıyla bastırır (Ankara 2000). Hâtıralarının orijinali, yayımlanmayan kısımları ve hayatına dair vesikalar kimlerin elinde kalmıştır bilmiyorum… Benim çabalarım sonuçsuz kaldı.
Doğup büyüdüğü Elazığ’da bir kaldırım taşına bile adı yazılmazken Manisa’daki kışlaya onun ismi verilir. Kışla bugün “1. Komando Eğitim ve Tugay Komutanlığı Albay Mehmet Arif Seyhun Kışlası” olarak anılmaktadır.
Hicrânlı hayatının âhiri cennet olsun, her biri bir yerde kalmış çoluk çocuğunu Allah Firdevs bahçelerinde onunla buluştursun.
Peki sevgili Elazığlı! Böyle bir kahraman bu unutuluşu hakkediyor mu?
Doç.Dr.Ahmet Karataş
Yazarın Tüm Yazılarını Görmek İçin TIKLAYINIZ